Vatandaş Okuması

Bilgi ile büyüyelim, akıl ile yükselelim, beynimizi özgür kılalım!

Arşiv

Gelişmenin altın çağı ve kirlenme

Kapitalizmin altın çağı olarak adlandırılan dönem, II. Dünya Savaşı’ndan 1973 yılına kadar sürmüştür. Fakat bu çağ 1973 yılında “petrol krizi” olarak kabul gören bir anlayış ile son bulmuştur. Bu krizle birlikte artan petrol fiyatları, hem ara girdi fiyatlarının artmasına hem de yeni enerji kaynaklarının arayışına neden olmuştur.

Aslında II. Dünya Savaşı sonrasında dünyada ekonomik, sosyal, kültürel kırılmalar artmış, savaşın ardından tüm ülkeler hemen hemen her alanda yeniden yapılanma arayışına girmişlerdir. Savaş sonrası tahrip olan ülke ekonomileri yeniden inşa sürecine girmiş olup “ekonomik büyüme” ’kıstası ulusal politika arayışlarının temelini oluşturmuştur.

1973 yılına kadar süren bu büyüme şekli tam anlamıyla “tüketim odaklı büyüme” anlayışı şeklinde olup, ülke iç pazarlarının genişlemesi ile bağlantılı; mevcut sanayi ürünlerinin (buzdolabı, çamaşır makinesi, radyo, konserve, gıda, otomobil vb.) evlerde kullanılabilir hale getirilmesine ait teknolojilerin gelişmesine alt yapı oluşturmuştur. Özellikle dayanıklı tüketim mallarının sivil tüketimde kullanılmasına yönelik bir evre gelişmiştir. Bu nokta da taşımacılığın, otomobillerin, dizel motorların, dayanıklı tüketim mallarının ve sentetik maddelerin kullanımının yaygınlaştığı dönemi meydana getirmiştir.

Bu dönem; ekonomik büyümenin sınırsız olduğu anlayışının var olduğu kabul edilen dönem haline gelmiştir. Fakat 1973 krizi ile büyümenin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğinin sorgulandığı, bu dönemde dünya kaynaklarının sonsuz olmadığı anlayışının yeniden gündeme gelip, kaynakların sonlu olduğu endişesinin tekrar oluşmasına ait yeni tartışmalar meydana getirmiştir.

Ekonomik büyümenin sınırsız olduğunun kabul edildiği II. Dünya Savaşı’ndan, 1973 krizinden daha önce, 1968 yılında, başlangıçta on ülkenin bilim insanın bir araya gelerek kurduğu Roma Kulübü’nün yayınladığı ve ABD’deki Massachusetts Institute of Technology (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) çalışmaları tarafından hazırlanan “Büyümenin Sınırları” raporu günümüz kalkınma paradigmasının temelini oluşturmaktadır.

Bu raporda; dünya nüfusunda, sanayileşmede, çevre kirlenmesinde, gıda üretiminde ve doğal kaynakların tüketilmesinde “sınırsız ekonomik büyüme” anlayışıyla devam edilecek olursa, gezegenimizde ekonomik büyümenin 21. yüzyıl içinde sınıra dayanacağı sonucuna varılmıştır.

Buna rağmen, yalnızca büyüme odaklı kavrayış devam etmiş, eşitlik ve adalet anlayışını gündeme almayan, tüketime dayalı büyüme anlayışının kapitalizme altın çağını yaşattığı fakat ardından ekonomik, sosyal ve çevresel etkileri uzun yıllar sürecek krizleri de beraberinde getirdiği görülmüş ve görülmektedir.

1980’li yılların serbestleşme politikalarının gelir eşitsizliğini giderek derinleştirmesi nedeniyle de kalkınma yaklaşımlarında sosyal eşitlik, adalet ve çevre boyutunun dikkate alınması gerektiğine ilişkin tartışmalar daha bütüncül bir temele ihtiyaç olduğunu göstermiştir.

Ekonomik büyümenin en önemli kavramı, gezegenin yok edilmeden, sürdürülebilirlik anlayışının hâkim olmasının gerekliliğidir. Bu konuda en önemli çalışmayı ekonomist Amartya Sen yapmıştır. Sen’in çalışmalarına göre, iktisadi gelişmeyi kişi başına düşen gelir gibi göstergeler gibi hâkim görüşlere göre açıklamak yerine, bu hâkim görüşün dışına çıkılarak, iktisadi gelişmeyi gelir artışının yanı sıra özgürlüklerin gelişmesi, çevreye duyarlı teknoloji yatırımları ile kapasitenin artırılması, yapılabilirlik kabiliyetlerinin artmasına destek olan teorik eğitimden çok, uygulayıcı ve yaratıcı eğitim sistemleriyle bağdaştırmaktır. Yapılabilirlik kavramını kişilere indirgediğimizde, liyakatin önemi de ortaya çıkmış olmaktadır.

Bu anlayış yaklaşımıyla temel makroekonomik göstergelerdeki iyileşmeyi merkezine alan yaklaşımın yetersizliğine vurgu yapılarak, insanın refahını, gezegenin doğal yapısını dikkate almayan ulusal politikaların faydasızlığının görülmesidir.

Marmara denizinde görülen ve tüm denizlerimize yayılan müsilaj sorununu dikkate almadan, kişi başına artan gelirin beyanı ne kadar değerli veya doğrudur! En azından, payımıza düşen kişi başı gelirden doğanın sunduğu balık yeme faaliyetini yapamama tehlikesiyle karşı karşıyayız. Veya artık balık avından elde edilecek gelir katkısından mahrum bir ülke haline dönüşme tehlikesine maruz kalabileceğimiz düşünüldüğünde, kişi başına düşen milli gelirimiz daha mı çok artacak? Artmasa da olur!

Yok olan bir gezegende, kirlenmiş denizlere bakan villalarda oturmanın hırsına hâlâ kapılacak mıyız?

Cengiz Hergünlü – SMMM-Bağımsız Denetçi

www.hergunlu.com

Dinlemek için tıklayın

 

Yararlanılan Kaynak:
Editör Doç. Dr. Ferhan Say; Makro ve Mikro İncelemeler, s.18-19

 

PAYLAŞIM:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir