Nutuk’taki Hilafet
Bilindiği gibi, yüzyıl önce, 3 Mart 1924’te Halifelik kaldırıldı. Halifenin sözlükteki anlamı şöyledir: Allah tarafından seçilmiş kişi, vekil ya da temsilci. Hilafet de İslam devlet anlayışında devlet başkanlığı kurumunu ifade eden unvandır.
Atatürk; Türkün en karanlık devirlerinden birinde yaşamış, çöken bir İmparatorluğun Saltanat, Hilafet ve Hükûmetlerinin içyüzünü görmüş, ordunun ve halkın içindeki gelişmeleri yakından izlemiştir. Bir Nutuk özeti olarak hazırladığım ve yayınlandığım “Neden Ulu Türk Ulu Kağan” adlı kitabımdan Atatürk’ün Hilafetle ilgi açıklamalarına ve Hilafetin kaldırılmasına giden sürece özet ifadelerle değinmeye çalışacağım.
Nutuk’ta başlarda yer alan, “Genel Görünüme Dar Bir Çerçeve İçinde Bakış” adlı bölümde Atatürk, şöyle der: “Ulus ve ordu, Padişah ve Halife’nin hainliğinden haberi olmadığı gibi o makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla uyumlu ve sadık. Ulus ve ordu kendinden evvel yüce Hilafet ve Saltanat makamının kurtuluş ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halife ve Padişahsız kurtulmanın anlamını kavrama yeteneği yok. Bu inanca aykırı görüş ve düşünceleri açığa vuracakların vay haline. Derhal dinsiz, vatansız, hain, istenmez olur.” Bu ifadenin ve de özellikle son üç kelimenin yüzyıl sonraki ülke siyaseti için de geçerli olduğunu görmek ise çok düşündürücüdür. Oysaki o günlerde gerçek başka yöndedir. “Hilafet yani Halifelik Ordusu” başlıklı bölümde, Atatürk’ün ifadesine göre: “İzmit’te Süleyman Şefik Paşa komutasında, Hilafet Ordusu adını taşıyan bir hain kuvvet yığınak yapmaktadır.”
Mustafa Kemal Paşa, “Meclisin açılmasından sonra, çok gerekli olan ilkeler içeren bir önerge” vermiştir. Kurulmuş olan Temel Haklar Komisyonu da bu önergede yazılanlar esas olmak üzere, bir yasa tasarısı hazırlamaya başlar. Dört ay sonra bu Komisyon “Büyük Millet Meclisinin Biçim ve Niteliğine İlişkin Kanun Maddeleri” başlıklı sekiz kanun maddesini Meclise getirir. Kanun maddeleri 18 Ağustos 1920’de “ivedilik kararı” ile görüşülmeye başlanır. Kanun maddelerinin birincisi: “Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme erkine sahip olup devletin yönetimi bağımsız olarak ve sadece onun elindedir.” şeklindedir. Meclis üyelerinden birçoğu, “amacın iyice açıklanmasını önerir.” Günlerce süren tartışmaların yoğunlaştığı konu Hilafet ve Saltanattır. Bazı mebuslar “yalnız hilafet kelimesini koyalım, saltanat onun içinde vardır” derken bazı hoca efendiler bunu kabul etmez. “Hilafet dinsel bir görevdir, hilafette, rahiplik yoktur,” diyenlere de hoca efendiler, “saltanat, egemen olduğu ülkeleri kapsar, halifelik yeryüzündeki bütün Müslümanları kapsar,” diye karşı çıkarlar. Çatışan fikirlerden biri açıktır: “Halife ve Padişah vardır ve var olacaktır. O var olunca bugünkü durum, biçim, yetki geçicidir.”
Atatürk’ün, “Halifelik ve Saltanat Sorunları Hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisinde Yaptığım Açıklamalar” bölümündeki sözleri ise çok nettir; her kelimesi anlam yüklüdür. Atatürk, “Saltanat, millete geçmiştir; padişahlık kalmamıştır. Halifelik de padişahlık demektir; bu nedenle onun varlığının da bir anlamı yoktur,” diye açıkça konuşulamadığını söyleyecek ve “otuz yedi gün sonra, 25 Eylül’de gizli bir oturumda Meclise bazı açıklamalar yapmayı yararlı saydım,” diyecektir. Düşünce ve duygulara doyurucu karşılıklar veren Mustafa Kemal Paşa, kendi düşüncelerini de şöyle ifade etmiştir:
“Türk milletinin ve onun tek temsilcisi olan Yüce Meclisin, vatan ve milletin bağımsızlığını, yaşamasını sağlamak için çalışırken; Halifelikle ve Padişahlıkla, Halife ve Padişah’la bu kadar çok uğraşması sakıncalıdır. Eğer amaç bugünkü Halife ve Padişah’a bağlılığın ve sadakatin korunduğunu söyleyip pekiştirmek ise bu kişi haindir. Vatan ve millete karşı düşmanların maşasıdır. Buna ‘halife ve padişah’ deyince, millet, onun emirlerine uyarak düşmanların istediklerini yapmak zorunda kalır. Hain ya da makamının güç ve yetkisini kullanmaktan yasaklanmış olan kişi, aslında padişah ve halife olamaz. O halde, onu indirip yerine hemen bir başkasını seçeriz, demek istiyorsanız, buna da bugünün durumu ve koşulları elverişli değildir. Çünkü indirilmesi gereken kişi, milletin yanında değil, düşmanların elindedir. Onun varlığını olmamış sayarak başka birine kulluk etmek düşünülüyorsa, bugünkü Halife ve Padişah haklarından vazgeçmeyerek İstanbul’daki Hükûmetiyle, bugün olduğu gibi makamını korumayı ve iş yapmayı sürdürebileceğine göre, millet ve yüce Meclis, asıl amacını unutup halifeler davası ile mi uğraşacak? Ali ile Muaviye dönemini mi yaşayacağız? Kısacası, bu sorun geniş, ince ve önemlidir. Çözümlenmesi, bugünün işlerinden değildir. Sorunu kökünden çözümlemeye kalkışacak olursak, bugün içinden çıkamayız. Bunun da zamanı gelecektir…”
Atatürk, gelişmeleri tek tek açıklamakta, tarihe not düşmeye devam etmektedir. “Millî Egemenlik ve Halifelik Makamının Durumları ve İlişkileri” bölümünde şöyle der:
“Millî Egemenlik ve halifelik konumunun durumları ve ilişkilerinin ne olduğu konusunda halk, merak ve kaygı duymakta haklı idi. Çünkü Meclis; 1 Kasım 1922 tarihli karar ile kişisel egemenliğe dayanan hükûmet biçiminin 16 Mart 1920 tarihinden başlamak üzere ve sonsuza dek tarihe gömüldüğünü duyurduktan sonra, birtakım Şükrü Hocalar ‘Müslümanların kamuoyu kuşkulara ve sıkıntılara düşmüştür’ diyerek bir şeyler yapmaya koyuldular. ‘Halifelik demek hükûmet demektir. Halifeliğin hak ve görevlerini ortadan kaldırmak hiç kimsenin, hiçbir meclisin elinde değildir’ davasını ortaya atmışlardı. Meclisin, milletin kaldırdığı kişisel egemenliği Halifelik makamında sürdürmek ve padişah yerine halifeyi koymak tutkusuna kapılmışlardı.” Gerçekten de mürteci bir hizip, Afyon Mebusu Hoca Şükrü imzası ile “İslam Hilafeti ve Büyük Millet Meclisi” adlı bir broşür yayımlamış, Meclis üyelerine dağıtılan broşür, Mustafa Kemal Paşa Ankara’da iken hazırlanıp basılmış ve Ankara’dan ayrıldığı 14 Ocak 1923’ün hemen ertesinde ortaya çıkmıştı. Üzerinde, sadece 1339, bugünkü takvime göre 1923 yılı yazılı olan broşürden İzmit’te iken haberdar olan Mustafa Kemal Paşa şöyle demiştir: “Şükrü Efendi Hoca ve yoldaşları ‘Halife Meclisin, Meclis Halifenindir’ gibi saçma bir sözle Millet Meclisini Halife’nin danışma kurulu ve Halife’yi Meclisin ve dolayısı ile devletin başkanı gibi göstermek ve kabul ettirmek istemişlerdir.”
“Halifelik konusunda, halkın kararsızlığını ve endişesini gidermek için, her yerde gereği kadar konuştum ve açıklama yaptım,” diyen Atatürk Nutuk’ta, ilgili başlığın altında, yürünmesi gereken yolu, ayrıntılarıyla ve şu sözlerle açıklar: “Kesin olarak dedim ki milletimizin kurduğu yeni devletin kaderine, işlerine, bağımsızlığına, unvanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırtamayız. Milletin kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuza dek koruyacaktır. Millete anlattım ki bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmakla görevli imiş gibi sanılan bir halifenin görevini yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç insanı, halifenin emri altına sokulamaz. Millet, bunu kabul edemez. Türkiye halkı bu kadar büyük bir sorumluluğu, bu kadar mantıksız bir görevi üstlenemez. Milletimiz, yüzyıllarca, bu boş görüşlere oyuncak edildi. Ama ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu çocuklarının sayısını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı korumak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan öldü, bunu biliyor musunuz? Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık, kendi canından ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur, başkalarına verebilecek en küçük bir şeyi kalmamıştır!”
Halkın gözünde başka bir noktayı daha canlandırmak için şu açıklamayı da yapar dâhi Lider: “Tutalım ki dedim; Türkiye, söz konusu olan görevi kabul etsin. Bütün Müslüman dünyayı bir noktada birleştirerek yönetmeye yönelsin ve başarılı da olsun. Pek iyi ama uyruğumuz ve yönetimimiz altına almak istediğimiz milletler, derlerse ki bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz ama biz bağımsız kalmak istiyoruz. Bağımsızlığımıza ve egemenliğimize kimsenin karışmasını uygun görmeyiz. Biz kendi kendimizi yönetebiliriz. O halde, Türkiye halkının bütün çabaları ve özverileri, yalnız bir teşekkür ve dua almak için mi üstlenilmiş olunacaktır? Görülüyordu ki boş bir istek için, bir kuruntu ve düş için, Türkiye halkını yok etmek istiyorlardı. Halifelik ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin içyüzü bundan başka bir şey değildi.” Gelişmeler hız kazanır. “Halifeliğin Kaldırılmasının Zamanı da Gelmişti” başlıklı bölüme göre Atatürk, “Hilafetin kaldırılmasının zamanının geldiği yargısına” varmıştır ve şöyle diyecektir: Türkiye Cumhuriyeti boş sözlerle varlığını, bağımsızlığını tehlikeye sokamaz. Hilafet makamının, bize göre olsa olsa tarihten bir anı olmaktan öteye bir önemi olamaz.”
“Hilafet’in, Şer’iye ve Evkaf Vekâletinin Kaldırılması ve Öğretimin Birleştirilmesi Kararı” başlıklı bölüme gelince.. Savaş oyunu nedeniyle İsmet Paşa ve Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa da İzmir’e gelirler. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa da orada bulunmaktadır. Atatürk şöyle der: “Hilafetin kaldırılmasının lüzumu konusunda, düşüncelerimiz birleşmişti. Bunun yanında Şer’iye ve Evkaf Vekâletini de kaldırmak ve öğretimi birleştirmek kararında idik.” Atatürk, Büyük Millet Meclisinin beşinci çalışma yılının başlaması nedeniyle yaptığı konuşmada, şu üç noktayı özellikle belirtir: “1) Millet, Cumhuriyetin şimdi ve ileride bütün saldırılardan kesin olarak ve sonsuza dek korunmasını istemektedir. Milletin isteği, Cumhuriyetin denenmiş ve olumlu sonuçları görülmüş olan bütün ilkelere bir an önce ve tam olarak dayandırılması şeklinde ifade edilebilir. 2) Ulus kamuoyunda belirlenen eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin hiç vakit geçirmeden uygulanmasını gerekli görüyoruz. 3) İslam dininin, yüzyıllardır yapılageldiği gibi, bir siyaset aracı olarak kullanılmaktan kurtarılması ve yüceltilmesinin gerekli olduğu gerçeğini de görmüş bulunuyoruz.”
Ne yazık ki İslam dini siyaset aracı olmaktan hiçbir zaman kurtulamadı; Muhammed peygamberin vefatıyla, henüz defnedilmeden kapısının önünde başlayan süreç görünen o ki sürüyor. Gerçek inananları tenzih ederek şunu da söylemek isterim: Bugün semavi kabul edilen üç din de siyaset aracı olarak kullanılmaktan kendini kurtaramıyor. Sayısız örnek için biraz okumak yeterli olacaktır. Son örneği de Hamas-İsrail savaşıdır.
Konumuzla ilgi Nutuk’taki son çarpıcı başlık şudur: “Hilafetin korunmasında dinsel ve siyasî yarar ve zorunluluk bulunduğunu sananlara verdiğim yanıt: Müslümanları bir halife korkuluğu ile hâlâ uğraştırmak ve aldatmak gayretinde bulunanlar özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır.” Bu başlık birçok açıklamaya bedeldir ve 1950 sonrası ülke siyasetine de yüzyıl önceden âdeta bir göndermedir. Dâhi Lider’in ders niteliğindeki şu satırlarını paylaşalım:
“Efendiler, açık ve kesin söylemeliyim ki Müslümanları bir halife korkuluğu ile uğraştırıp aldatma gayretinde bulunanlar, yalnız ve ancak Müslümanların ve özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılmak da ancak ve ancak cahillik ve aymazlık belirtisi olabilir. Rauf Beylerin, Vehip Paşaların, Çerkez Ethem ve Reşitlerin bütün yüz elliliklerin, kaldırılmış Hilafet ve Saltanat hanedanı mensuplarının, bütün Türkiye düşmanlarının, el ele vererek bize karşı ateşli ateşli çabalamaları, din çabası mıdır? Sınırlarımıza yapışık merkezlerde yuvalanarak hâlâ Türkiye’yi yok etmek için ‘Kutsal Ayaklanma’ adı altında haydut çeteleri, adam öldürme planlarıyla çılgınca bize karşı çalışanların amaçları, gerçekten kutsal mıdır? Buna inanmak için hepten kara cahil ve koyu gafil olmak gerekir. Müslümanları ve Türk milletini bu kadar aşağı sanmak ve İslam dünyasının vicdan temizliğinden, ahlak ve karakter saflığından aşağılık ve canice amaçlar için yararlanmak yolunda devam etmek artık o kadar kolay olmayacaktır. Küstahlığın da bir derecesi vardır.”
Nutuk, “neden 1938’den sonra Millî Eğitim öğretim programı içinde yer almadı” sorusunun cevabını başka yerde aramaya gerek var mıdır? Dini siyasetlerine âlet ederek iktidarlarına can suyu taşımak derdinde olanlar, sağ ya da sol zihniyeti temsil ettiklerini söyleyenler isterler mi bu gerçeklerin bilinmesini!
Milletimize ve özellikle de genç kuşaklarımıza seslenelim: Nutuk’la tanışın, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’le yakınlaşın ki çağlar üstü bir yol göstericiniz olsun. Böylece yolunuzu kesenlerin eline de düşmemiş olursunuz. Çağrıya kulak verip vermemek elbette sizlerin seçimidir!
Gazi’nin yaveri Cevat Abbas’ın hatırlarında yer alan şu değerli satırlarla yazımızı sonlandıralım:
“Vazife haricinde büyük adamın arkadaşlığına doyulmazdı. Rütbeye göre arkadaşlık etmezdi. Yeter ki arkadaşlığını yapacaklar onu anlama kabiliyetinde bulunsun.”
Esen kalın.
Canan Murtezaoğlu