Vatandaş Okuması

Bilgi ile büyüyelim, akıl ile yükselelim, beynimizi özgür kılalım!

Kalem Kardeşliği

“Kıyamet günü ne zaman”


Mekkî surelerle ilgili vatandaş okumamızın on üçüncüsündeyiz. “Cennet’in sınırları” başlıklı önceki yazımızda, “Birileri Tevrat’taki cenneti yeniden oluşturmak niyetinde midir?” sorusunu sormuş ve Büyük Ortadoğu Projesi’ne değinerek ABD Dışişleri Eski Bakanı Condoleezza Rice’ın, “The Washington Post” ta (07.08.2003) kaleme aldığı makaledeki düşüncelerinin hayat bulmaya başladığını ifade etmiştik. Metin, “Ortadoğu’da Türkiye de dâhil 22 ülkenin sınırları değişecek” cümlesiyle başlayan analizlere kaynak olmuştur; bu nedenle cümlenin birebir Rice’a ait olup olmamasının bir önemi yoktur. Yrd. Doç. Dr. Murat Köylü’nün “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Türkiye ve Suriye” başlıklı makalesinden şu satırları paylaşalım.

“BOP, ilk kez 2000 yılındaki Davos Zirvesi’nde Dick Cheney, 2004’te ise Bush tarafından dillendirilmişse de öncesinin olduğu bilinmektedir. Fikri hazırlığını yapan isimler arasında Türkiye’de de yakından tanınan Bernard Lewis, Zbigniew Brzezinski gibi uzmanlar öne çıkmışlardır. BOP’un kapsama alanına 35 ülkenin girdiği, bunlardan 22’sinin Arap ülkesi, 5’inin Arap olmayan Ortadoğu ülkesi, 5’inin Orta Asya ülkesi, 3’ünün ise Trans Kafkasya ülkesi olduğu çokça ifade edilmiştir. … Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı da kapsayan Büyük Ortadoğu Projesi, ABD’nin Fas, Moritanya, Orta Asya ve Moğolistan, Kafkasya ve Türkiye ile Arap Dünyası ve Somali’yi içine alan ‘İslam Coğrafyası’ dönüşüm stratejisidir. Uzun bir vadede gerçekleştirilmeye göre planlanmıştır. … ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ olarak adlandırılan, bölge ülkelerin demokratikleşmesi projesi aslında dört bölgeyi kapsamaktadır. Bunlar: 1. Merkez Ortadoğu (Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölge), 2. Kafkasya (Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını ilan eden ülkeler), 3. Afrika (Fas’tan Mısır’a kadar Kuzey Afrika), 4. Asya (Endonezya’ya, Güney Asya’ya ve Çin’e kadar olan Orta Asya). Proje’nin Türk kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılması, Başbakan Erdoğan’ın 28 Ocak 2004’te Washington’a yaptığı ziyaretle başlamıştır.” (Murat Köylü; Yrd. Doç. Dr., Toros Üniversitesi İ.İ.B.F., Uluslararası İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi 2 (1) 2015, 85-100 – https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/201896) Erdoğan’ın, daha öncesinde, henüz bir siyasi parti başkanı iken 10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı ile görüştüğünü de (https://www.milliyet.com.tr/dunya/beyaz-saray-dan-3-erdogan-mesaji-5196101) hatırlatarak Kur’an’da kaldığımız yerden vatandaş okumamıza devam edelim.

İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre yirmi dokuzuncu sure “Kıyamet” tir. (Diriliş) Surede geçen göksel kavramlar; Biz ve Rab’dır. Hitap Muhammed peygamberedir. Surenin ilk ayetlerinde Biz kavramı; “kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor” cümlesiyle meydan okur ve insanın “parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter,” diyerek iplerin elinde olduğunu hatırlatır. Ancak insan, günah işlemeye yatkın olmak gibi bir özelliği nedeniyle “kıyamet günü ne zaman,” diye sorar; anlamak istediği yeniden dirilip dirilmeyeceğidir; çünkü kıyamet günü “ölülerin dirilip kalkması” günüdür. Bu ayetin rivayet edilen iniş nedeni; Muhammed peygamberin, “Allah’ım, bana kötü komşumun, hakkından gel,” diyerek dua ettiği komşusu Adîy bin Rebîa’nın, “Kıyamet gününü gözümle görsem yine inanmam!” sözüdür. (Elmalılı Tefsiri) İrade ve akıl sahibi insandan beklenen ve istenen sorgulamaması mıdır?

Bir önceki Karia suresinde “gümbürtü” olarak anlamlandırılan “çarpan” kıyamet bu surede; “ayın tutulduğu, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman” şeklinde tanımlanır yani doğa olaylarına işaret edilir. Önceki 28 surede, “kıyamet” tanımları içinde yer alan; yeryüzünün ve dağların sarsılması, dağların yumuşak kum yığını haline gelmesi, güneşin dürülmesi, yıldızların sönmesi, göğün yerinden oynatılması, denizlerin kaynatılması, yabani hayvanların bir araya toplanması, gebe develerin başıboş bırakılması (kıyılmaz malların bırakılması) ifadelerine bakarak da şunu sorabiliriz: Bunların hepsi aynı anda mı gerçekleşecektir ya da her biri insanlık için farklı bir kıyamet midir? Bu durumda, doğal olaylarla betimlenen kıyamet ile kıyamet günü arasında nasıl bir bağ olacaktır? Doğa olayları ile betimlenen kıyamet; yerde ve gökte binlerce yıldır tanık olunan düzenin ya da doğanın dönüşmesi midir? Bu anlamda insanlık kıyameti kaç kez görmüştür? Örneğin bilim, dünyanın geçmişinde en az beş buz çağı vardır demektedir. Her bir buz çağı bir kıyamet midir? Sümerlerin Gılgamış Destanı gibi dünyanın farklı bölgelerine ait birçok destanda, mitolojide ve kutsal kabul edilen metinlerde yer alan tufan hikâyeleri kıyamet örnekleri midir? Şiddetli depremlerle sarsılan ve coğrafyası değişen yerlerde insanoğlu kıyameti mi yaşamıştır ya da yaşayacaktır?

Sureden devamla… O gün yani kıyamet gününde insan kaçacak yer arayacak, bir siper bulamayacak ve “Rab’bin katı / huzuru” durulacak yer olacaktır. İnsana, “önceden ne yaptığı ve sonraya ne bıraktığı” bildirilecek, “insan, özürlerini sayıp dökerek kendinin ne olduğunu” iyice görecektir. Ardından göksel kavram Biz’in ipleri elinde tutma isteğinin elçi için de geçerli olduğunu görmekteyiz. Sünni tefsirci Celâleyn’e göre Hz. Peygamber, vahiy geldiği zaman onu ezberlemek amacıyla dilini kıpırdatmaktadır. Bu nedenle şu uyarıcı ayetler iner: “Onu hemen okumak için dilini depretme. Kuşkusuz onu toplamak ve okumak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da bize aittir.” (16-19) Vahyi toplamak, okumak, açıklamak Biz’e aitse elçinin görevi nedir?

 Kıyamet gününden devamla… “O gün birtakım yüzler Rablerine doğru bakıp” parlayacak, “birtakım yüzler de asık” olacaktır. İnsan; bel kemiğinin kırılacağını sanacaktır. Elmalılı’ya göre bu deyim, “şiddet ve azabın acılığını” ifade etmek içindir. Canı köprücük kemiğine dayanan insan çare arayacak, bunun bir ayrılık olduğunu anlayıp bacakları dolanacak, sonra da “Rab’be sevk” edilecektir. (22-30. ayetler) Önceki surede söz konusu olan üçlü kıyamet günü döngüsünü burada da görmekteyiz. Onaylamayan, yakarmayan, yalanlayıp kendinden yana olanların yanına giden insana bir “bela” gereklidir: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?” Son ayetlerle de Biz şu hatırlatmayı yapar: “O, dökülen erlik suyundan bir damla değil miydi? Sonra bir aleka (yapışkan kan pıhtısı) oldu da Rabbi onu biçime koydu, sonra şekil verdi. Ondan da iki cinsi; erkek ve dişiyi var etti. Peki, bunu yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?” (37-40. ayetler)

Dünya’nın sonu geldiğinde yapılacağı söylenen büyük kıyamet savaşı Armagedon’u anlatan İncil ayetlerinde de doğa olaylarını görmekteyiz. Şöyle denir: “Üç kötü ruh, kralları İbranice Armagedon denilen yere topladılar. / Yedinci melek tasını havaya boşalttı. Tapınaktaki tahttan yükselen gür bir ses, “Tamam!” dedi. / O anda şimşekler çaktı, uğultular, gök gürlemeleri işitildi. Öyle büyük bir deprem oldu ki, yeryüzünde insan oldu olalı bu kadar büyük bir deprem olmamıştı. / Büyük kent üçe bölündü. Ulusların kentleri yerle bir oldu. Tanrı büyük Babil’i anımsadı, ona ateşli gazabının şarabını içeren kâseyi verdi. / Bütün adalar ortadan kalktı, dağlar yok oldu. / İnsanların üzerine gökten tanesi yaklaşık kırk kilo ağırlığında iri dolu yağdı. Dolu belası öyle korkunçtu ki, insanlar bu yüzden Tanrı’ya küfrettiler.” (Vahiy, 16/16-21)

İnancın kaynağı, doğa olayları karşısında duyulan korkuyla, erişilemez yüce bir kudrete yaklaşma çabası mıydı? Nereden geldiği ve nereye gittiği konusunda çözümsüz kalan insan, dünyada bulamadığı güven ve teselliyi kendisinin dışında bir kuvvette mi aradı? Bu konular üzerinde çokça düşünülmüş ve binlerce sayfa yazılmıştır ancak kesin sonuç şudur demek mümkün olamamıştır, olacak gibi de görünmemektedir.

Günümüzden yaklaşık 4.000-4.500 yıl önce Zebur ve Tevrat’la başlatılan ve aynı bölgede İncil ve Kur’an’la devam ettirilen, ilmî belge yerine aktarılan rivayetlere dayanan “göksel” sistemin amacı neydi? Daha öncelerde de var olan tek tanrı inancını pekiştirmek miydi, bölge kavimlerini yönetmek, toplumsal düzeni sağlamak mıydı, korku, çaresizlik ve ümit arasında dolanıp duran insana yol göstermek miydi?

Diğer yandan inanç; yayılmacılığı sağlamak, çıkar elde etmek ya da üstünlük sağlamak için araç yapıldı, yeryüzü büyük savaşların, katliamların sahnesi oldu, insanlık zulüm altında inledi. Birileri sürekli ezilerek cehennemi bu dünyada yaşamak zorunda bırakıldı, birileri haksız yollarla elde ettiği dünya nimetleriyle cennetini kurdu. Birileri din, mezhep, etnik köken adı altında yönetimleri ele geçirip kesesini doldurdu, hesap bile vermedi, birileri de haksız düzenlere, işgallere boyun eğmemek için direndi ve yaşamları ya savaş meydanlarında ya idam sehpalarında ya da kalleşçe kurulan pusularda yok olup gitti. Bu durum bugün için de geçerlidir ve eğer sorgulanmazsa yarın da aynen devam edecektir.

İstisnasız tüm inançlara saygı duyulmasının ve laikliğin hayat bulmasının önemini bir kez daha vurgulayarak şunu soralım: Dünya çatısı altındaki yaşam ve mücadelesi “göksel” bir örüntü müdür, insan elinin ürünü müdür ya da nedir?

Devam edecek…

Canan Murtezaoğlu


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir