Kalkan duvarı
İnsan sevdiği kişilerin, inandığı değerlerin, öğrendiği ya da öğretildiği bilgilerin önüne zamanla kalkanlar dizer, hani şu Antik Çağ ve Orta Çağ’da askerlerin oluşturduğu kalkan duvarı gibi. Temelde oluşturduğu ise kendi için bir çeşit dokunulmazlıktır. Kimileri hep bu kalkan duvarının arkasında kalmayı tercih eder, oluşturduğu konfor alanından çıkmak istemez. Kimileri de zaman içinde bu duvarı kaldırır ve olan biteni sorgulamaya başlar. İşte 31 Mart’ta siyasi iklimin değişmesine neden olanlar bu koruma duvarını kaldıranlar, sorgulamaya başlayanlardır.
16 Temmuz 2002’de 57. Hükûmeti oluşturan üç partinin (DSP-MHP-ANAP) Genel Başkanları bir zirve toplantısı yapar ve erken seçim kararı alınır. Böylece 3 Kasım 2002’de Genel Seçimler yapılır. Seçime katılan 18 siyasi partiden yalnızca CHP ve AKP %10’luk ülke barajını aşabilmiş, diğer partiler Meclis dışı kalmış, AKP de 1. Parti olmuştur. Sonrasına bir göz atalım: 2002 yılında “sıfır düzeyinde” olarak ifade edilen terör yeniden başladı. Ülkemiz, Bölücü Terör Örgütü’nün birçok eylemine sahne oldu; bombalı saldırılar, intihar saldırıları, patlamalar, suikastler neredeyse hiç bitmedi, yüzlerce insanımız teröre kurban gitti. Maden kazaları, yangınlar yaşandı, depremler, sel, heyelan gibi doğal âfetler de hız kesmedi, binlerce insanımız malından ve canından oldu. Toplum olarak, yönetimlerdeki büyük eksiklik ve aksaklıkları ve vurdumduymazlığı gördük. Bilimin rehber alınmadığını, insana, doğaya değer verilmediğini gördük. Olan biten her şeyi kadere/kaderciliğe bağlama kolaycılığını da gördük. Lafla peynir gemisi yürümez, denir. Birileri peynir gemisini yürütmek için dini kullanmaya kalktı; ancak sabır ve şükür telkinleri tutmadı. Birçok vatandaşımız koruma kalkanını kaldırdı; kendisine sabır ve şükür tavsiye edenlerin sofralarına, yaşam tarzlarına çıplak gözle bir daha baktı, siyasetin dinini sorguladı, kendinden alınanları görmeye başladı ve tercihini, kendine gerçekten hizmet vereceğine inandıklarından yana kullandı. 31 Mart Yerel Seçimlerini halkçılık kazandı, Cumhuriyet Halk Partisi 1. Parti oldu.
22 yıllık AKP döneminde Türkiye büyük bir badire de atlattı. 15 Temmuz 2016’da din kisvesi altında gelişen, devletin kılcal damarlarına yayılan FETÖ terör örgütünün darbe girişimini yaşadık. Konuyu Nutuk’taki bir ifadeye bağlayacağım. Mustafa Kemal Paşa; kanlı isyanların kışkırtıcısı ve finansörü, entrikacı İngiliz casusu Rahip Frew’a yazdığı mektubun son satırlarında, şöyle der: “… Siz bir din adamı olarak siyaset manevralarında, hele kanlı facialara sebep olacak durumlarda rol oynamak hevesine kapılmamalıydınız. Sizinle yaptığımız görüşmelerde, sizi böyle bir politika adamı olarak değil, insanlığa hizmet eden, hakkı seven erdemli birisi saymıştım. Bunda ne kadar aldandığımı son güvenilir bilgilerin doğruladığını bildirmekle onur duyarım.” Gazi bu ifadesi ile tüm zamanların en büyük belasına dikkat çekmiştir. 21. yüzyılda Batı kaynaklı ılımlı İslam, dinler arası diyalog gibi süslü ve kılıf söylemlerle yani dini kullanarak kitleleri yönlendirenlerin ülkemize nasıl bir fatura ödettiği ortadadır ve benzer bir durumun bir daha yaşanmayacağının da garantisi yoktur! O nedenle laik hukuk devletine dört elle sarılmanın anlam ve önemi büyüktür.
Şimdi biraz geriye gidelim… II. Abdülhamid, Meşrutiyeti ilan edeceği sözünü vererek tahta oturur, 1876’da Kanun-i Esasi’yi ilan eder ancak Kanun-i Esasi, Padişah’ın egemenlik haklarına bir kısıtlama getirmemektedir. Yürütme yetkisini tümüyle elinde tutan Padişah, sadrazam ve vekilleri yani başbakan ve bakanları istediği gibi atayıp görevden alabilmektedir. Bu durumu, bugün yürürlükte olan Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ile karşılaştırabilirsiniz. II. Abdülhamid, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki yenilgiyi gerekçe göstererek Meclis-i Mebusan’ı kapatır. Böylece otuz yıllık istibdat dönemi başlar. İstibdatın anlamını özellikle genç kuşaklara hatırlatalım: Türk Dil Kurumu şöyle veriyor: “Hiçbir hakkın ve özgürlüğün bulunmadığı tek adam yönetimi, baskıcılık, despotizm.”
İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1876 Anayasasının yeniden yürürlüğe konması ve kapatılan Meclisin açılması için baskı ve çalışmalarını sürdürmektedir. Sonunda Abdülhamit, 1908’in 23/24 Temmuz gecesi II. Meşrutiyet’i resmen ilan etmek zorunda kalır. O günlerde Mustafa Kemal Selanik’tedir ve kolağasıdır. II. Meşrutiyet o günler için büyük bir devrimdir ama Mustafa Kemal, yapılanları yeterli görmez. Ona göre, memlekette daha büyük ve köklü değişiklikler yapılmalıdır.
II. Meşrutiyet aleyhine kışkırtmalar hemen başlar. Örneğin, Trablusgarp halkının gösterileri Temmuz-Ağustos ayları boyunca durmaz. Arka planda, tutukluları da tahrik ederek genel af çıkarılmasını isteyen bazı şeyhler vardır. Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından görevlendirilerek Trablusgarp’a gider; askerî ve siyasî bazı girişimlerde bulunur. Oradan Bingazi’ye geçer. Elindeki kuvvetlerle, II. Meşrutiyet’e isyan halinde olan aşiret reisi Şeyh Mansur’un evini sarar, şeyhi teslim olmaya zorlar. İki bölgede de devlet otoritesini yeniden sağlar. İstanbul’da da II. Meşrutiyet’e karşı 31 Mart Vakası olarak bilinen gerici bir ayaklanma başlayacaktır. (1909). Mustafa Kemal, isyanı bastırmak için Selanik’ten İstanbul’a yürüyüşe geçen Hareket Ordusunun ilk kurmay başkanı olacaktır.
Cumhuriyet kurulmuştur ancak genç cumhuriyette sular durulmamaktadır. 1925’te Şeyh Sait isyanı yaşanır. Bu isyan, Türk devrimine karşı girişilmiş gerici bir karşı devrim hareketidir. Siyasiler yorum yaparken bu gerçeği unutmamalıdır; konu gelişi güzel yorum kaldırmayacak kadar önemli ve hassastır. Nakşibendi tarikatından Şeyh Sait tarafından başlatılan İngiliz destekli isyan, Şubat ayında başlar ve Nisan ortalarında bastırılır.
Dincilik, aşiretçilik ya da şeyhlik; İslam dünyasına içeriden ya da dışarıdan birileri tarafından hep “kader” olarak dayatılmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk, bu uydurulmuş/oluşturulmuş zoraki kaderi silen en büyük liderdir. İşte bu nedenle; bağımsızlığı paravan yaparak köleleştirenler, dini ve dinciyi maşa olarak kullananlar, Mustafa Kemal Atatürk’ü sevmezler! Atatürk’ün hafızası, elbette ona yaşadıklarını ayrıntılarıyla hatırlatmaktadır; 600 yıllık bir imparatorluğun çöküşünde neyin/nelerin etken olduğunu çok iyi bilmektedir. Yaşananlar elbette verdiğim birkaç örnekle sınırlı değildir. Gazi, 30 Ağustos 1925’te yani Şeyh Sait isyanının olduğu yılda, Kastamonu’da Cumhuriyet Halk Partisi merkezinde yaptığı konuşmada şunları söyleyecektir: “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.”
Ertesi gün Çankırı’da hükûmet konağında heyetleri kabul edecek ve şöyle diyecektir: “Tekkeler mutlaka kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her alanda uyarıda bulunacak kudrete sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan, bilim ve fenden kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz, başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan ayrılmışların amacı halkı kendinden geçmiş ve aptal yapmaktır. Hâlbuki halkımız aptal ve kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir durum gibi görünür; fakat önemi vardır. Biz, cihan ailesi içinde uygarız. Her görüş açısından uygarlığın gereklerini uygulayacağız.”
“Halkı kendinden geçmiş ve aptal yapmak” 21. yüzyılda da birilerinin niyet ve siyaseti oldu ancak 31 Mart Yerel seçimleri gösterdi ki Türk milleti, bu zihniyet yapısına direnmekte kararlıdır. Burada, şu veya bu gerekçeyle ama özellikle de din adına oluşturduğu koruma kalkanının ardında yaşamak isteyenlere de Yasin Suresi 21. ayeti hatırlatalım. Şöyle denir: “Sizden bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” Kendimiz için olmasa da genç kuşaklarımız için olan biteni sorgulamalı ve gençlerimize de sorgulamanın önemini anlatmalıyız. Esen kalın.
Canan Murtezaoğlu