Vatandaş Okuması

Bilgi ile büyüyelim, akıl ile yükselelim, beynimizi özgür kılalım!

Özgürlüğe Uyanış

Yeni yüzyıl istibdat yapısı


“Atatürk gibi muhalefet yapın!” başlıklı yazımızda Son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin açıldığını ancak İtilaf Devletlerinin, özellikle de İngiltere’nin baskısıyla Savaşişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı’nın, Atatürk’ün ifadesiyle “zor kullanılarak” düşürüldüklerini yazmıştık. (1920) Atatürk o günün Meclis’ini de şöyle tarif eder: “Mebuslar İstanbul’un, iç ve dış etkiler altında, barışa yönelik amaca önem vermeyerek kulluk, yükselme hırsı, kıskançlık, boş kuruntu, vb. gibi etmenlerle bölüntüye uğramışlardır.”

Yüz yıl önce kurulan bu cümleyle, bugünkü Meclis çatısı altında, talimatla el kaldırıp indirenleri, çoğunluk olmanın üstünlüğünden başka hiçbir meziyet ya da liyakat taşımayanları da tarif etmemiz mümkündür. İstisnalar kaideyi bozmaz. Bu yapı, demokrasiyi kullanarak gücü ele geçirenlerin uyguladığı yeni yüzyıl istibdat yapısıdır. Nitekim, Cumhurbaşkanı ve bir Parti Başkanı’nın arasında yaşanan “Abdülhamit” tartışmasının altında yatan ana neden II. Abdülhamit istibdatının günümüzde de uygulanmaya başladığının hatırlatılmasıdır. Benzerlikler gerçekten şaşırtıcıdır. Bu vesile ile biz de kaynaklara göz atarak belleğimizi tazeledik.  

I. Meşrutiyet (1876) ile ülkede demokratikleşme havası yaratan II. Abdülhamit, gücü ele geçirip saltanatını sağlamlaştırınca anayasa ve değişim yanlılarını sürgüne yollamaktan çekinmeyecek ve ardından da Meclis’i kapatacaktır. Günümüzde TBMM fiilen açıktır ancak birilerinin zihninde kapanmıştır çünkü ülke “şahıs” kararnameleri ile yönetilir olmuştur.

II. Abdülhamit her ne kadar demiryollarının inşası, telgraf sistemi, eğitim ağının genişletilmesi gibi uygarlaşma yönünde önemli adımlar atsa da, konu haklara, özgürlüklere gelince özüne döner. Örneğin basın üzerindeki baskısını artırır, kurduğu hafiyelik sistemi ile geniş bir istihbarat ağı kurar ve halktan kişileri de jurnalcilik yapmaları için maaşa bağlar. Amacı kendi aleyhine olabilecek her türlü hareketin önünü kesebilmektir.

Diyeceksiniz ki, o yüz yıl önceydi, ya bugün?

Bugün de iktidar olanlar tarafından benzer sistemlerin kullanıldığını biliyoruz. Jurnalcilerin yerini maaşlı trol ordusu/klavye silahşörleri almış görünüyor. Talimatla çalışan yandaş medya, kişi ya da kurumları ya vezir ediyor ya da rezil! İktidara övgü düzenlere imkânların/nimetlerin kapıları açılırken, halkın haber alma hakkı için çalışanların üzerine cezaevi kapıları kapanıyor. İktidar karşıtı TV kanallarının yediği cezaların çetelesi ise artık tutulamaz durumda! Ayrıca silahşörlük kavramı sadece klavye ile sınırlı kalmıyor, askerî danışmanlık, savunma gibi “özel silahşörlük” kavramları halkın gündemine sokulmaya, aşinalık-korku yaratılmaya çalışılıyor.

II. Abdülhamit dönemi, imparatorluğun en çok toprak kaybettiği dönem; bugünkü Türkiye’nin iki katından fazla toprak kaybının yaşandığı bir dönem. İş sadece toprak kaybıyla da bitmiyor, bu dönem batık ekonominin Düyûn-ı Umûmiye (Borçlar İdaresi) ile sonuçlandığı bir dönem. “Muharrem Kararnamesi” nin (1881) mimarı II. Abdülhamid’in, devletin iktisadi faaliyetlerinin yönetimini yabancıların kontrolüne verdiği dönem. Vatandaş okumasıyla, bir devletin, alacaklı devletlerin ve bankerlerin eline düşmesinin resmileşmesi yani moratoryum ilan etmesi.

Bu durumda ne yapmıştı II. Abdülhamit? Ya da resmi verilere göre -iç ve dış- borç batağında boğulmak üzere olan ülkemizde bugün iktidarda olanlar ne yapıyor?

Cevap her ikisi için de aynı! Hemen Müslüman (!) halk devreye sokuluyor, İslamcı ideolojiye destek veriliyor! II. Abdülhamit halifelik kurumundan yararlanmıştı; bugün de resmi din kurumlarından, cemaat/tarikat gibi oluşumlardan ve de “eğitim/hayır işleri” kisvesine bürünmüş vakıf/derneklerden yararlanılıyor.

Yüz yıl önce bankerler devredeydi bugün de yabancı “bir avuç” tefeciden medet umuluyor, bir takım kabile zihniyetli yönetimlere “birkaç dolar için” el açılıyor. Halk ise yeni ekonomik icatlarla oyalanıyor. “Kur korumalı, enflasyon korumalı”  (!) gibi süslü başlıklarla fakir, zengini doyurmaya devam ediyor. Yabancıya “satılmadık” kalmıyor; Cumhuriyet’in kazandırdığı kuruluşlar, araziler, şirketler birer birer el değiştiriyor. Aklı başında bir avuç insan üretim ve tarım dediğinde vatan haini ilan ediliyor. Hız kesmiyor, “Ay’a ilk kim gidecek” tartışmaları başlatılıyor; hani “ayranı yok içmeye” cinsinden!

1920’ye dönelim… Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey’e çektiği bir şifreyle mebuslar konusunda düşüncelerini belirtmeye devam eder: “… Uysal olmak eğilimleriyle hükûmet ve bilinen çevrelerde etkinliklerini bütünüyle yitirmişlerdir. Düzeni bozmamak kaygusu ile bu tutum sürdürülürse, ulusal olmayan emellere ve çeşit çeşit tutkulara maşa olmaktan, ulusal emellere karşıt kararlar alınmasını önleyememekten korkulur. Bu duruma karşı önlem şudur: Prensiplerimize yüzde yüz bağlı arkadaşlardan oluşan, azınlıkta kalsa da, bir grupla yetinmek… Bunun sakıncası uysallıktan daha azdır. Hükûmeti kayıtsız şartsız düşürmek gereklidir.” Rauf Bey de mevcut Meclis’in, sorunları çözmeye uygun olmadığını bildirir.

“Yaşama ve var olma ilkesinden ibaret olan Ulusal Örgütlerin, vatanın her köşesinde, genel ve yaygın bir şekilde, oluşturulmasının eskisi gibi sürdürülmesini bütün merkez kurul ve yönetimlerinden bir kere daha önemle rica ederiz.” diyen Mustafa Kemal Paşa şöyle devam eder:

“Bize gelince; tarihin bu memlekette şimdiye kadar oluşturamadığı, ulusal birlik ve dayanışmanın bozulmasına ilişkin her davranışı bir vatan hainliği olarak kabul ederek ona göre gerekli karşılığı vermekte duraksamayacağız… Hükûmete karşı kesin bir durum almak zamanı gelmiştir. Başbakan’a ve İçişleri Bakanı’na açıkça söylemek gerekir ki, Ulusal Güçler, sonuç alınıncaya dek çalışacaktır…”

Yukarıdaki ifadeler, İstanbul’un işgaline yirmi gün kala yapılan yazışmalardaki sözlerden alıntılardır. Atatürk, bu görüş ve düşüncelerin incelenmeye değer olduğunu belirtecek ve şöyle diyecektir:

“Ben, yalnız bir noktayı göstermekle yetineceğim. O nokta; olayların gelişmesine bağlı kalmak kaderciliğidir. Biz elbette, işi böyle bir kaderciliğe bırakamazdık. Tersine olayların ne yolda gelişebileceğini, önceden gerçeğe yakın olarak kestirip, karşı önlemler düşünmek ve anında, duraksamadan uygulamaktan yana idik. İşte bu amaçla idi ki daha önceden kamu oyunu yoklamaya başlamıştık.”

Gazi’nin o günkü şartlar için kayda geçirdiği her cümle, Atatürk Cumhuriyeti’ni geri kazanmak isteyen herkes için bir yol haritası niteliğinde ve önemindedir.

Hristiyan bir papazdan talimat alan o günün İstanbul hükümeti; Mebuslar Meclisinde, Ulusal Güçlerin meşru olmadığını alkışlattıran nutuklar” attırmakta, karşıt gazetelerin sataşmaları özendirilmekte ve Senato’nun açık saldırıları sürmektedir. Nutuk’tan özetlediğimiz bu ifadelerde, 2023’te yapılması düşünülen “Yüzüncü Yıl” seçimlerine giderken iktidarın muhalefete karşı uygulayacağı davranış biçimini görmek de mümkündür. Hatta bu davranış biçimi çoktan başlamıştır. “Taksim” i “Kandil” yapacak kadar iftira atmaktan çekinmeyen, bundan medet uman iktidar ve “idrak” sorunu yaşayan yörüngesindekiler, acaba daha ne kadar çirkinleşecektir?

Abdülhamit dönemi yitirilen iktisadi bağımsızlık, yitirilen topraklar ve yitirilen bağımsızlıkla final yapmıştı. Vatanseverler ise şehit kanıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet payidar kılmakta kararlıdırlar.

Canan Murtezaoğlu

 

Dinlemek için tıklayın


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir