Rantın ve finansın üretime üstünlüğünün yarattığı sıkıntılar
Henüz 1980’li yılların ortalarındayken, bir sanayi sitesinde kompresör üretimi yapan bir firmanın sahibinin, İstanbul’da aldığı bir dairenin fiyatının artışıyla ilgili şöyle dediğini hatırlıyorum; “Ben bir yıl önce aldığım bu gayrimenkulden, bir yılda kazandığım parayı kendi işimden kazanamadım.” Kendi işim dediği firma ise elli ve yetmiş beş kişi arası çalışanı olan bir işletme.
Bugün baktığımızda, aynı işletmenin üç beş kişiyle faaliyetine devam ettiğini fakat üretmeyi, sanayileşmeyi bıraktığını, alıp satan bir ticari işletmeye dönüşmüş durumda olduğunu görüyoruz. Fakat kazançlarının tamamını arazi ve arsa dahil diğer gayrimenkullere yatırdıkları için, işletme faaliyetinde hiç bulunmasalar bile, kira ve diğer benzeri rant gelirleriyle çabalamadan, üretmeden, zenginliklerini ve yaşamlarını sürdürebilmeleri mümkün hale gelmiş durumda. Üretmeden kazanmanın sadece ilgili birkaç kişiye fayda sağladığı böyle durumlar için; ABD’nin ilk sendika kurucusu olan Big Bill Haywood’un şöyle bir tespiti vardır:
Vahşi altın baronları için şöyle diyor Haywood: “Altını onlar bulmadı, toprağın altından onlar çıkarmadı, altına onlar biçim vermedi ama her nasılsa, sanki meçhul büyülü bir güç sayesinde altın onların oldu.”
Bugün dahi yanıtlanamayan soru şöyleydi: Piyasadan altın alıp satmaktan başka hiçbir şey yapmayan sermayedarlar bu kadar çok para kazanırken, altını bulmak, yeraltından çıkarmak ve biçimlendirmek için zihinsel ve fiziksel enerjilerini harcayan üretken işçilerin kazançları böylesine düşük oluyor. Ürüne el koyan rantiyecilerin, onu üretenlerin sırtından böylesine çok kazanmalarının sırrı nedir?
Günümüzde rant dışında, bankacılık sektörünün içinde uygulama alanı bulan finans sektörünün gelişmesine bakarak bu sorunun cevabını arayabiliriz.
Bankacılık sektörü 1960’lı yıllara kadar, ekonominin içinde mevcut zenginliği transfer etmekten öteye bir değer yaratmadığı için, ekonominin verimli bir bölümü olarak kabul görmemişti. Bu anlamıyla, üretimin yarattığı değerin üstünde bir değer yaratmayan finans sektörünün, ana işinin, ekonominin işini kolaylaştırmaktan ileri olmadığı kabul ediliyordu.
Bankaların icra ettiği işlemlerin büyük bölümünü oluşturan mevduat kabul etme ve kredi verme gibi işlemlerin, daha çok üretimin yarattığı değere katkı sunmak ve destek vermek dışında, ana amacı yoktu.
1970’li yıllardan sonra ne zaman ki, gayrı safi yurt içi hasıla (GSYH) hesaplamalarına dahil edilmeye başlayan finansal işlem ve ürünler, ayrı bir alan olarak kabul edilmeye, gayri safi yurt içi hasılanın oluşumunu meydana getiren, ekonominin ürettiği mal ve hizmetlerin içine girmeye, üretmeyen, fakat diğer sektörlerin çalışmalarına katkı yapan, değer yaratan bir hizmet olarak toplamın içine alınmaya başlandıktan sonra, finans kendi alanını geliştirmeye başladı.
Bu gelişmelerin sonrasında, bankalar vereceği kredi miktarını, talep edecekleri faiz oranlarını, pazarlayabilecekleri ürünler üzerinde daha fazla söz sahibi olmaya başladılar. Bütün bu gelişmeler, finans sektörünün reel ekonomi üzerindeki üstünlüğünü artırmaya, reel sektörü kendine bağımlı hale getirmeye başladı. Sürekli kredi ihtiyacından dolayı bankalara ihtiyaç duyan işletmeler, en sıkıntıda olan KOBİ’ler, zor kredi bulmakta daha da yalnızlaşmaya başladılar.
Mesele yalnızca finans sektörünün büyüklüğü veya diğer finans dışı sektörlerden (sanayi gibi) daha hızlı büyümesi değil, daha çok, ekonominin diğer kısımlarının davranışı üzerinde yarattığı olumsuz etkidir. Finans dışı diğer alanlarda, üretimden çok, finansallaşma üzerine bir yapıya dönüşmesi, işletme kârlarını bu gelirler üzerinden ayarlamaya, dengelemeye çalışmalarıdır.
Fransız ekonomist Thomas Piketty, “Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital” adlı kitabında; yeterince vergilenmediği ve yağmacı olarak nitelendirdiği finans sektörü sayesinde zenginlerin daha zenginleştiğini, servetlerinin miras olarak aktarılması sonucunda, yaratılan eşitsizliğin giderilmesi için, bu tür gelirlerin daha fazla vergilendirilmesini, hatta küresel çapta vergilendirilmesinin gerekli olduğunu savunmaktadır.
2015 yılında yapılan araştırmalara göre, gezegenimizin en zengin 62 bireyinin toplam serveti, dünya nüfusunun alt tabakayı oluşturan yarısının (3,5 milyar kişi) servetiyle aynı seviyede olduğu hesaplanmıştır. Amerikalı ekonomist Joseph Stiglitz bu servetin kaynağını; finans sektörünün, ekonominin geri kalanına oranla aşırı boyuta varmasını mümkün kılan kuralsızlaşma uygulamalarıyla sağlanan gelirdir diye tanımlıyor.
Acaba Türkiye’de oluşan gelir adaletsizliğinin nedenleri arasında, en zengin beş-on kişinin, bu yollarla değere el koyması sayılabilir mi, diye insan düşünmeden edemiyor.
Sonuç olarak; ülkemizin kalkınmasının en önemli göstergesinin üretmek olduğu bilindiğine göre, üretime katkısı olmayan rant gelirleri ile finans gelirlerinin, aslında bir değer üretemediği ve ülke geleceği için olumlu ekonomik göstergelere, üretmek dışında yapılan yatırımların katkı yapamayacağı bilinciyle, topyekûn ve tamamen, gayri safi üretim seferberliği uygulanmalıdır.
Faydalı olması dileğiyle
Cengiz Hergünlü – SMMM-Bağımsız Denetçi