Musa’nın değneği (2)
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre kırk beşinci sure olan “Şuara” (Şairler) suresinde ve Mekkî surelerle ilgili yaptığımız vatandaş okumamızın yirmi dokuzuncusundayız. Musa-Firavun kıssasıyla ilgili olarak Tevrat’ın “Mısırdan Çıkış, Kızıldeniz’i Geçiş” başlığı altındaki ayrıntıları aktarmayı sürdürüyoruz.
“İsrail ordusunun önünde yürüyen Tanrı’nın meleği yerini değiştirip arkaya geçti. Önlerindeki bulut sütunu da yerini değiştirip arkalarına, Mısır ve İsrail ordularının arasına geldi. Gece boyunca bulut bir yanı karartıyor, öbür yanı aydınlatıyordu. Bu yüzden, bütün gece iki taraf birbirine yaklaşamadı. Musa elini denizin üzerine uzattı. RAB bütün gece güçlü doğu rüzgârıyla suları geri itti, denizi karaya çevirdi. Sular ikiye bölündü, İsrailliler kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçtiler. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturdu. Mısırlılar artlarından geliyordu. Firavunun bütün atları, savaş arabaları, atlıları denizde onları izliyordu. Sabah nöbetinde RAB ateş ve bulut sütunundan Mısır ordusuna baktı ve onları şaşkına çevirdi. Arabalarının tekerleklerini çıkardı; öyle ki, arabalarını zorlukla sürdüler. Mısırlılar, “İsrailliler’den kaçalım!” dediler, “Çünkü RAB onlar için bizimle savaşıyor.”
RAB Musa’ya, “Elini denizin üzerine uzat” dedi, “Sular Mısırlılar’ın, savaş arabalarının, atlılarının üzerine dönsün.” Musa elini denizin üzerine uzattı. Sabaha karşı deniz olağan haline döndü. Mısırlılar sulardan kaçarken RAB onları denizin ortasında silkip attı. Geri dönen sular savaş arabalarını, atlıları, İsrailliler’in peşinden denize dalan firavunun bütün ordusunu yuttu. Onlardan bir kişi bile sağ kalmadı. Ama İsrailliler denizi kuru toprakta yürüyerek geçmişlerdi. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturmuştu. RAB o gün İsrailliler’i Mısırlılar’ın elinden kurtardı. İsrailliler deniz kıyısında Mısırlılar’ın ölülerini gördüler. RAB’bin Mısırlılar’a gösterdiği büyük gücü gören İsrail halkı RAB’den korkup O’na ve kulu Musa’ya güvendi. (14: 19-31)
Kur’an ve Tevrat metinlerinin birbirini tamamlar nitelikte olması, RAB ve Biz kavramları arasındaki çok yönlü benzerlik düşündürmektedir. Ayrıca yukarıdaki metinlerde yer alan; gündüz bir bulut sütunu, gece de bir ateş sütunu içinde öncülük eden, güçlü doğu rüzgârıyla suları geri itip denizi karaya çeviren, konum belirleyen ve âdeta bir savaş stratejisi çizen RAB ve de İsrail ordusunun önünde yürüyen Tanrı’nın meleği gibi ifadelerle anlatılmak istenen nedir?
Benzer ifadeler İncil’de de vardır. İsa, “kalkıp rüzgârı ve gölü” azarlar, “ortalık sütliman” olur. (Matta 8: 26) İsa, “gölün üstünde yürüyerek” onlara yaklaşır. (Matta 14: 25) Şu satırları da verelim: “Altı gün sonra İsa, yanına yalnız Petrus, Yakup ve Yakup’un kardeşi Yuhanna’yı alarak yüksek bir dağa çıktı. Onların gözü önünde İsa’nın görünümü değişti. Yüzü güneş gibi parladı, giysileri ışık gibi bembeyaz oldu. O anda Musa’yla İlyas öğrencilere göründü. İsa’yla konuşuyorlardı. Petrus İsa’ya, “Ya Rab” dedi, “Burada bulunmamız ne iyi oldu! İstersen burada üç çardak kurayım: Biri sana, biri Musa’ya, biri de İlyas’a.” Petrus daha konuşurken parlak bir bulut onlara gölge saldı. Buluttan gelen bir ses, “Sevgili Oğlum budur, O’ndan hoşnudum. O’nu dinleyin!” dedi.” (Matta 17: 1-5)
Tüm inançlara, inananlara saygımızı belirterek soralım:
Aynı bölgede gerçekleşen olayların, kral/peygamber/kâhin/elçi gibi adlarla özdeşleştirilen türlü “mucize” lerin ardında bilimsel gerçekler olabilir mi? “Ona elçimizi gönderdik de, ona düzgün bir beşer şeklinde göründü.” cümlesine ya da benzer ifadelere dayanarak, dünyamızın, insan görünümlü bilmediğimiz tür yolcuları ağarlamış olması mümkün müdür? Uçsuz-bucaksız bir evrende gezegenimiz canlı barındıran tek yerdir, denebilir mi? Aynı dönemlere ve bölgeye ait binlerce yazılı kanıt bulunmuşken (kil tabletler) kutsal kabul edilen metinlere ait özgün kanıtlar neden yoktur?
Şuara suresindeki Musa-Firavun anlatımı; “şüphesiz bunda bir ayet (ibret) vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir. Ve şüphesiz, işte o Rabbin, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir,” ifadesiyle sonlanır ve bu iki ayet sonraki her kıssanın sonunda tekrarlanacaktır.
Yararlandığımız rivayet zincirine göre Kur’an, Yahudi kavminin ve dininin sembolleri İbrahim ve Musa peygamberleri ilk vahiylerden başlayarak anmakta ve Muhammed peygamber aracılığı ile Arap kavmine hatırlatma yapmaktadır. Şu iki örneği verelim: “Kuşkusuz bu ilk sahifelerde vardır, İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde.” (Alâ; 18-19) ve “Yoksa Musa’nın ve sözünü yerine getiren İbrahim’in kitaplarında olanlar kendisine bildirilmedi mi?” (Necm, 36-37)
Muhammed peygamberden İbrahim’in kıssasını (hikâye) nakletmesi istenir.
İbrahim, babasına ve kavmine “neye tapıyorsunuz,” demiş, onlar da “putlara tapıyoruz; onlarla ilgilenip duruyoruz,” diye yanıtlamıştır. İbrahim’in, “yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı,” sorusu üzerine de “yok ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk,” demişlerdir. O tapılanların düşmanı olduğunu, ancak âlemlerin Rabbinin onun dostu olacağını söyleyen İbrahim şöyle devam eder: “Beni yaratan da doğru yol gösteren de O’dur. Beni yediren de içiren de O’dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O’dur. Yargı gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum O’dur.”
Bu açıklamaların ardından Rabbine dua eden İbrahim ondan kendisine bilgelik vermesini ve onu iyilere katmasını ister. İbrahim’in diğer dilekleri şöyledir: Sonra gelecekler içinde doğrulukla anılmak, nimet cennetine (Naim) vâris olmak, babasının bağışlanması ve insanların diriltileceği gün kendisinin utandırılmaması. İbrahim o gün mal ve oğulların fayda etmeyeceğini, ancak Allah’a temiz bir kalple gelenin kurtuluşa ereceğini belirtir.
Cennetin saygılı olanlara yaklaştırılacağı o gün, “alevli ateş de azgınlar için ortaya çıkarılır/azgınlar için de cehennem hortlatılmıştır.” Onlara, “Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, hani nerede? Size yardım edebiliyorlar mı veya kendilerini kurtarabiliyorlar mı,” diye sorulur. Onlar yani putlar ve azgınlar ve İblis’in adamları cehennemin içine fırlatılır; orada çekişirler, sapıklık içinde olduklarını vurgularlar. Artık ne yardımcıları (şefaatçi) ne de yakın bir dostları vardır ve “keşke geriye bir dönüşümüz olsa da inananlardan olsak,” derler. Kıssa, “şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir. Ve şüphesiz, işte o Rabbin, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir,” ayetleriyle sonlanır.
Kavmi Nuh’u yalancılıkla suçlar. Güvenilir bir elçi olduğunu belirten Nuh ise “Allah’a saygılı olun ve bana itaat edin,” der ve karşılığında bir ücret istemediğini söyler çünkü ücreti/ödülü âlemlerin Rabbinden olacaktır. Kavminin yanıtı; “sana mı inanalım? En bayağılar sana uymaktadır/senin ardına hep düşük kimseler düşmüşken, biz sana hiç inanır mıyız,” şeklinde olur. Nuh, inananları kovamayacağını “sadece açık bir uyarıcı” olduğunu söyler. Nuh, kovulmakla/taşa tutulmakla tehdit edilir. Rabbine yakaran Nuh yalanlandığını ve kavmi ile arasında hüküm vererek kendisi ve beraberindeki inananları kurtarmasını ister. Biz şöyle der: “Bunun üzerine onu ve beraberinde bulunanları, dolu bir gemi içinde taşıyarak kurtardık. Sonra geride kalanları suda boğduk. Şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir. Ve şüphesiz, işte o Rabbin, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.”
Âd kavmi elçileri yalanlar. Hud, güvenilir bir peygamber olduğunu söyleyerek, “gelin artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin,” der ve hiçbir ücret istemediğini belirtir; ödülü âlemlerin Rabbine aittir. Kavmi, her yüksek yere koca binalar kurmakta ve zorbalık yapmaktadır. Allah onlara, davarlar, oğullar, cennet gibi bağlar, bahçeler, pınarlar vermiştir. “Doğrusu, hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum,” diyen Hud’a kavmi şöyle yanıt verir: “İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir. Bu sırf eskilerin âdetidir. Biz azaba uğratılacak da değiliz.” Onu yalancı saymaları nedeniyle Biz, Âd kavmini yok eder ve şöyle denir: “Şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir. Ve şüphesiz, işte o Rabbin, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.”
Semûd kavmi elçileri yalancılıkla suçlar. Salih onlara güvenilir bir elçi olduğunu söyler ve “Allah’a saygılı olun ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum, benim ücretim, ancak âlemlerin eğitenine aittir,” der. Salih kavmine sorar: “Dağlarda ustaca, neşeli olarak evler yontarken, bahçelerde, pınar başlarında, ekinler ve salkımları sarkmış hurmalıklar arasında, tam bu esnada güven içinde bırakılır mısınız?” Salih, kavminden, “yeryüzünü düzeltmeyen, bozgunculuk yapan savurganların emirlerine” itaat etmemelerini ister. Kavmi Salih’in büyülenmiş olduğunu düşünmektedir ve ona, “bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlü isen bir belge/ayet/mucize getir,” der. Salih, mucize/belge olarak bir dişi deveyi gösterir ve “su içme hakkı belirli bir gün onun ve belirli bir gün de sizindir, sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalar,” diyerek kavmini uyarır. Onlar ise dişi deveyi sinirlerler/keserler ancak pişman olurlar. Şöyle denir: “Çünkü kendilerini azap yakalayıverdi. Şüphesiz bunda alınacak bir ders vardır, ama çokları iman etmiş değillerdir. Ve şüphesiz Rabbin, işte O mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.”
Devam edecek
Canan Murtezaoğlu