Kerbela olayı, İslam’ın ayrışması üzerine
İçinde bulunduğumuz Muharrem ayı, acıların oluştuğu, anıldığı bir zaman dilimi olduğu gibi İslam dininin bugüne de yansıyan ve de simgesi Kerbela olan bir kırılmanın somut tarihidir.
Kerbela, Irak’ta Bağdat’ın 100 km. güneyinde bulunan bir kenttir. Bu olayın olduğu zaman fazla bir yerleşim yoktu; bu olayla bölge kutsal bir mekân olmuştur.
Kerbela olayı 10 Ekim 680’de yaşanmış ve de taraflardan Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin ve 70 kişilik ahfadı, Halife Yezid’in emri ile Emevi ordusunca katledilmiştir.
İslam âleminin iman, itikad ve amellerinde tarihî bir kırılmaya neden olan bu olayı geriye giderek incelemek isteriz.1500 yıldır yaşayan ve güncelliğini ve de sonuçlarını koruyan bir mağduriyet ve de getirdiği anlayışlar manzumesi tarafsız bir yaklaşımla ele alınacaktır.
Gelin, bu nedenle Hz. Peygamber’in zamanına kadar gidelim yani 571-634 yılları arasına…
Hz. Muhammed Mekke’de doğmuş, 610 yılında kendisine nübüvvet gelmiş ve buradan itibaren 23 yıl anlattığı ayetler aracılığıyla İslam dinini oluşturmuştur. Ölümünden sonra sırası ile Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali istişare ile “Müminlerin Emiri” olmuşlardır.
İslam’da halifelik yoktur; bu sıfat Emevilerden başlayarak son Osmanlı padişahına kadar siyaseten kullanılmıştır.
Kur’an-ı Kerim Hz. Osman zamanında bir komisyon tarafından bugünkü şekle getirilmiştir.
Hz. Muhammed’in “Ehl-i Beyt” i olarak tanımlanan; kuzeni Hz. Ali, Peygamber’in kızı olan eşi Hz. Fatıma ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. Hz. Zeynep ki torun olmasına rağmen Ehl-i Beyt’te özel olarak geçmez.
Hz. Muhammed’in Veda Haccı’ndan sonra dönüş yolunda Gâdir-i Hum (gölet kıyısı) denilen yerde binlerce Müslüman’ın önünde şu sözleri söylediği hadisi rivayet edilir (Sünni ve Şii âlimleri farklı yaklaşır):
“Ben Allah’ın mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Ey Allah’ım onu sevenleri sev, ona düşman olanlara da düşman ol.”
Hz. Peygamber’in vefatı üzerine emirlik seçimi mecburiyeti doğar. Hz. Ali o sırada 32 yaşında ve Arap töresine göre genç bir insan, Hz Ebubekir de hem Peygamber’in yoldaşı hem de 60’lı yaşlarda olgun bir insandır. Sonuçta Hz. Ebubekir Emir-ül müminin seçilir. Hz. Ali önce biat etmez. Bu arada miras konusunda Hz. Ebubekir ve kızı Aişe ile Hz. Ali ve eşi Hz. Fatıma arasında ihtilaf çıkar. Bir müddet sonra Hz. Ali biat eder; daha sonraki Hz. Ömer ve Hz. Osman emirliklerinde de biat eder…
Hz. Ali’nin halifelik konusunda ve de taraftarlarına söylediği iki ayrı söz aslında üzerinde durulması gereken netliktedir. İbn Asakir’in kitabından:
“Hz Ali der ki; Allah’ın elçisi yerine birisini halife bırakmadı ki ben de halife bırakayım. Allah insanların hayrını arzu ediyorsa Peygamber’den sonra onları içlerinde en hayırlı olanın etrafında topladığı gibi yakında bunları da en hayırlıların etrafında toplayacaktır.”
Diğerinde ise haksızlığa uğradığını söyleyen taraftarlarına; “Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer ümmetin en faziletlisidir. Bana ulaştığına göre bazı kimseler beni o ikisinden üstün kabul etmektedir. O ikisi üzerine beni üstün kabul edeni bulursam o iftiracıdır, iftiracıya gereken ona gerekir.”
Ayrıca burada önemli bir saptama yapmak gerekir. Gâdir-i Hum’daki Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt ve Ali ile ilgili görüşü çarpıtılarak “Mevla” kelimesinden bir amirlik anlamı çıkartılmıştır. Buradaki amaç “dostluk” söylemidir.
Eğer Hz. Muhammed benden sonra Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’im gelir anlamına bunu söylemiş olsa idi bu, Kur’an’ın temel oluşumu olan “istişare edin” emrine ters düşüp hanedanlıkla yönetim sonucunu doğururdu.
Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın mirastaki mağduriyetini Hz Ömer, emirliği sırasında gidermiştir. Ama Hz. Ali taraftarları particilik niteliğinde çabalara girince “Şia” yani ayrılanlar olayının tarihsel kaynağı örülmeye başlamıştır.
Ümeyye oğulları ile Haşim oğullarının tarihî rekabeti giderek ete kemiğe bürünmüş, özellikle Hz. Osman zamanında devlette liyakatın yerine akrabalık artınca olay büyümüş ve Hz. Osman öldürülmüştür. Yerine geçen Hz. Ali zamanında politik ayrılık şiddetlenmiş hatta Cemel ve Sıffin savaşları çıkmıştır. Tarafların tamamı sahabe ve tabiinlerdir. Bu ilk kırılmaların oluşumu Hz. Ali’nin öldürülmesi ile tavan yapmıştır.
Burada şunu belirtmek gerekir ki, o dönemde dahi Şia ve Sünni gruplar politik iktidar kavgası içindedirler.
Bu boşlukta Muaviye zor kullanarak iktidarı ele geçirir ve “halifelik” makamını hadisler oyunu ile ihdas eder. Emevi orduları Horasan’dan Batı Afrika’ya, Bizans ve Sasanilerin olduğu İran’a saldırır ve büyük servetler Şam idaresine akar.
Muaviye; Hz. Hasan ve Hz Hüseyin’den ve ayrıca Hz Ali’nin kızı Hz. Zeynep’ten biat ister. Onlar, Muaviye’nin İslam’a aykırı davranışlarından dolayı biat etmeyi reddederler. Yalnız Hz. Hasan, hanedan kurmama sözü verirsen biat ederim der ve sözü alınca biat eder. Karısı tarafından zehirlenerek öldürülür.
Muaviye verdiği sözü unutup oğlu Yezid’i sağlığında halife ilan eder. Medine ve Mekke büyük tepki gösterir… Yezid iktidar olur ve Haşim oğullarına, sahabelere, Peygamber ahfadına zülüm yapar.
Kûfeliler -ki Hz Ali’nin mezarı oradadır- Hz Hüseyin’e iktidara geçmesi için çağrıda bulunurlar. Gerek kardeşi Zeynep gerekse Ebu Bekir’in torunu Abudllah bin Zubeyr gitmemesi konusunda ısrar ederler. Hz. Hüseyin biat etmeyen Kûfe valisine de güvenerek yola çıkar; amacı Kûfelilerle birleşip Şam’a yürümektir.
Ama Yezid önce valiyi görevden alır ve yeni vali Kûfelileri tehdit ederek Hz. Hüseyin’ e yardımın önünü keser. Hz. Hüseyin ve kız kardeşi Zeynep’le beraber 70 kişi, 3 bin kişilik Emevi ordusu ile çarpışırlar.
Hz. Hüseyin katledilir ve başı kesilerek Şam’a götürülüp hakaret edilir.
Burada önemli bir soru vardır?
Hz. Peygamber’in kucağında zıplattığı torunu öldürülerek hakarete uğratılırken İslam dünyasından gık çıkmaz!!! Takdir sizlerin…
Bu olay 680 yılında Kerbela’da olur.
Artık İslam’ın fay hattı tamamlanır. Bundan sonra Şia, ayrılan anlamının ötesine geçip bir ikinci İslam’ın kuruluşuna yol açar. Daha önce yalnız politik olan ayrılık şimdi iman ve amellere de intikal ederek büyük kinlerin ve de kanların oluştuğu bir tarih nehrini coğrafyaya yerleştirir.
Özellikle Sasanilerin bölgesi olan Fars dünyasında Şia hızla yayılır. Bir görüşe göre son Sasani kralı Yezdücerd’in kızı Hz. Hüseyin’in eşi olmuştur. Buradan bir empati oluşur. Ayrıca Mecusi yüksek Fars kültürü ve oturmuş din sistemi Araplara karşı ezikliğini gidermek için bu ayrıma dört elle sarılarak kendi teosistemini oluşturmuştur.
İslam’a şu sloganla intisap edilir: La ilahe illallah, Muhammeden Resulullah yani Allah tektir ve Muhammed onun elçisidir.
Kerbela’dan sonra başlayan süreçte teslis vardır; Allah, Muhammed, Ali…
Sünni akidede “İmamlık” yoktur, istişare ile emir seçilir.
Şia da ise “İmamet” Hz Muhammed’in soyundan gelenlerin hakkıdır ve üst makam odur. Buna 13. yüzyıldan sonra “Ayetullahlık” makamı eklenmiştir.
Sünniler, ilk dört emiri kabul ederler. Şiiler ve daha sonra Aleviler ilk üç emiri kabul etmezler.
Sünnilerde beş vakit namaz vardır. Şiilerde birleştirmelerle üç vakit kılınabilir, ayrıca Şiilik’ten sonra Türklerin İslamiyet’e intisabı ile oluşan Alevilik’te namaz yoktur, cami yerine cem dergâhında ibadet edilir.
Özünde iktidar mücadelesi olan bu tarihsel olgu; ne yazık ki, 15 yüzyıl geçmesine ve onca kan dökülmesine karşın bir kelam edip anlaşma ve barışma yoluna ve de karşı görüşlerle beraber yaşama yolunu bulan bir sistem oluşturamamıştır.
İslam âlemi çok zengin kaynaklara karşın bu bölünmelerle toplumsal yaşamda savrulmakta,15 yüzyıl öncenin kin tohumları hep ısıtılarak insanlar birbirine iktidar uğruna kırdırılmaktadır. Günümüzde 300 milyon mülteci vardır ve bunun çoğunluğu huzursuzluktan kaçan Müslümanlardır.
Hristiyan âlemi yüzyıllarca; Katolik, Ortodoks, Protestan, Cizvit, Anglikan adları altında bölünerek birbirlerini acımasızca kesti. 20. yüzyılda “laiklik” ilkesinin ve de iki dünya savaşının acıları ile Batı dünyası artık kişileri inancıyla sorgulamak yerine, müesses anayasal düzene saygı duyarak yaşanılması üzerinde hassasiyetle duruyor.
57 İslam ülkesinden yalnız Türkiye “laiklik” ilkesini anayasada 100 yıldır bulundurmaktadır. Laikliğin temel prensibi haklara saygı ve özgürlüklerin ortak irade ile kabul edilmiş hukuk düzeni ile korunması ve güvence altında olmasıdır. Biz son kırk yıldır laiklik yaptırımlarını unutunca FETÖ gibi örgütler ibadet ve iman olayını, medeni hukuka savaş açarak ve bunu da devleti le geçirerek yapmak gafletine girdikleri gibi ülkeye de hıyanet etmişlerdir. Ne yazık ki bugün de benzer tarikat örgütlenmeleri aynı iştahla çalışmakta ve fırsat çıksa Kerbela benzeri oluşumları yapmaktan çekinmeyeceklerdir.
Türkiye Cumhuriyeti Atatürk mirası ile çok yol almıştır. Bu medeniyet kavgasını kazanmak zorunda olup bir beyaz sayfa ile gençlere yeni bir tarih yazma olanağı vermeliyiz.
Sevgi ile kalın.
M.Cenap Murtezaoğlu v- İşletmeci
Çok iyi bir yazı…Kaleminize sağlık.