“Kahrolası insan”
Mekkî surelerle ilgili başlattığımız yazı dizisinin yedincisindeyiz. “Allah’ın kızları” başlıklı bir önceki yazımızı; insanın herhangi bir konuda yola çıkış nedeni, bütün gerçeklerin bilinmesi gerektiğine inanması olmalıdır, diyerek sonlandırmıştık. Kur’an’ın Mekki sureleri ile ilgili vatandaş okumamıza devam edelim.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre yirmi ikinci sure Abese’dir. (Kaşları Çatma / Yüzü Ekşitme) Suredeki göksel kavram Biz’dir. Daha önceki birçok örnekte olduğu gibi burada da surenin iniş nedeni, toplum içinde yaşanan bir durumun vahiyle yanıtlanmasıdır. Rivayet odur ki Hz. Muhammed, kendilerine özel ilgi gösterilmesini isteyen Mekke’nin ileri gelenlerine İslam’ı anlatmaya çalışırken, görme engelli Abdullah adlı bir kişi yanına gelerek “Ey Allah’ın elçisi!” diye seslenir ve kendisine de bir şeyler öğretmesini ister. Peygamber ona aldırmaz; sözünün kesilmesi hoşuna gitmemiştir. Abdullah tekrar seslenince de yüz hatları değişir ve hoşnutsuzlukla döner. Bunun üzerine surenin ilk on ayeti iner ve Hz. Muhammed şu sözlerle kınanır: “Yanına kör bir kimse geldi diye kaşlarını çattı ve yüzünü döndü. Ne bilirsin, belki de o arınacak. Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine yarayacak. Ama sen, kendisini gereksinimli görmeyen kimseyi karşına alıp ilgileniyorsun. Arınmak istememesinden sana ne? Saygı duyarak sana gelen kimseye sen aldırmıyorsun.” Yine bu olay bağlamında Kur’an’ın bir öğüt, bir hatırlatma olduğu ve dileyenin onu hatırlayacağı ya da düşüneceği vurgulanır. Bu ayetlere göre dayatma yoktur; insanın kendi yolunu seçme hakkı vardır, denebilir.
13-16. ayetlere göre Kur’an, yüksek tutulan tertemiz sayfalarda, değerli, iyi yazıcıların ellerindedir. Bu ifadelerin ne anlama gelebileceği hakkında, Kur’an’ın tanrısal planda korunduğu tarzında yorumlar olsa da “tanrısal plan” kavramı da yoruma muhtaçtır. Diğer yandan “din adamları” nın ayette geçen yüksek ya da yüceltilmiş kelimelerinden çıkardıkları anlam; musafların (Kur’an) yüksek yerlere konması, asılması ve de okunurken belden yukarı tutulması olmuştur yani şekil anlamın önüne geçmiştir. Devamla, 17. ayette ise “O kahrolası insan, ne nankör şey.” (Elmalılı Hamdi Yazır) ya da başka bir çeviri ile “Canı çıksın insanın, o ne nankördür!” (Hüseyin Atay) ifadesini görmekteyiz. Bu horlayıcı, azarlayıcı ifadelerin nedeni de şöyle verilir: Yaratan insanı bir damla sudan yaratmış, biçimlendirmiş, yolunu kolaylaştırmış, öldürmüş, kabre koydurmuştur ve dilediği vakit de onu tekrar diriltecektir; ancak insan Allah’ın emrini tam yerine / henüz yerine getirmemiştir. Yaratılan insan âdeta suçludur! Göksel kavram Biz de suyu indirmiş, yeryüzünü yarmış ve ondan çeşitli ekinler, meyveler, çayırlar bitirmiştir ve bunlar insanlar ve hayvanlar için geçimlik olmuştur.
Ayet 33’le birlikte kıyametle (büyük gürültü ya da kulakları sağır eden gürültü) ilgili anlatım başlar; herkes yakınlarından kaçacak, kendi derdine düşecektir. Birtakım yüzler parlayacak, sevinip gülecektir. Birtakım yüzler de o gün tozlanmış olacak ve onları karanlık bürüyecektir çünkü onlar nankör ve günahkârdır.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre yirmi üçüncü sure Kadir’dir. (Ölçümleme) Surede geçen göksel kavramlar Biz, Rab ve Ruh’tur. Suredeki ifadelere göre Kur’an, Kadir Gecesi’nde inmeye başlamıştır. Azamet ve şeref gecesi olarak da yorumlanan Kadir Gecesi’nin bin aydan hayırlı olması konusu da onlarca rivayete dayanarak tartışılmıştır. Bin adedinin ölçü olarak gösterilmesi çoğaltma anlamındadır diyenler olduğu gibi “bin ay” ifadesini rivayetlere bağlayanlar da olmuştur. Bazılarını kısaca verelim: Muhammed Peygamber; İsrailoğullarından bir askerin, Allah yolunda bir aydır silah giyindiğini söylemiş, Müslümanlar bu durum karşısında utanınca ilgili ayet inmiş ya da isimlerini saydığı dört kişinin seksen sene Allah’a ibadet ettiklerini söyleyince Müslümanlar bundan utanç duymuş ve ilgili ayet inmiş ya da Hz. Peygamber, ümmetinin ömrünü kısa bulmuş, uzun ömürlü başkalarının yaptıkları işlere yetişemeyeceklerinden endişe edince Allah da ona Kadir Gecesi’ni vererek diğer ümmetlerin bin ayından daha hayırlı kılmıştır. Pek güvenilir bulunmayan bir rivayete göre de Peygamber rüyasında Emevi Hanedanı’nı minberi üzerinde görüp üzülünce Kadir Gecesi’nin, Hanedan’ın sahip olacağı bin aydan (Bin ay yaklaşık 84 yıldır, Emevi saltanatı da 661-750 yılları arasında yani 89 yıl sürmüştür.) daha hayırlı olacağı kendisine bildirilmiştir.
İbn Abbas’tan bir rivayete göre de Kur’an, Kadir Gecesi’nde “pek yüce semadan” dünya gökyüzüne tek seferde bir bütün olarak inmiş sonra yıllara bölünmüştür. Tartışmalar, olaylar ya da sorulan sorulara karşılık vahiy olarak gelen bilgi ile bu rivayet nasıl bağdaşacaktır? Elmalılı Hamdi Yazır, yaklaşık yüz yıl önce hazırladığı tefsirinde bu rivayetlerin dışında, İslam kaynakları olarak tanımlanan eserlerden pek çok hadis ve görüşe de yer vermiştir. Birbirleriyle çelişen binlerce rivayetin yüzyıllardır tekrar edilmesi, rivayet oldukları bilindiği halde dinin esası gibi kabul görmeleri ve genç kuşakların da bu bağlamda yönlendirilmesi üzücüdür.
Pek çok farklı disiplinde engin bilgiye sahip olan Birunî (hezarfen) herkesin birbirinden aldığı “malzeme cümbüşü” nün eleştirel bir incelemeden geçmediği konusunda yakınırken haksız değildir. İnanmak, iman etmek farklı bir olgudur, saygı duyulur ancak bugün bütün bu rivayetleri ve surelerin iniş nedenlerini tarafsız bir akıl ve bilinçle okuyan bir kişi şunu sorabilir: Kur’an’ın insanlığa iniş nedeni 1400 yıl öncenin çöl hayatını düzenlemek, sorunlarını çözmek midir ya da vahyin amacı; gönderildiği ifade edilen elçiyi korumak, kollamak, hastalanmasını engellemek, üzüntü, kaygı ya da öfke gibi duygularına ya da isteklerine karşılık verip onu toplumunda yönetici yapmak mıdır? Dikkat edilirse peygamber olarak tanımlanan şahsiyetler aynı zamanda toplumlarının lider yöneticileridir. Örneğin; “Mekke’de sadece dinî tebliğ vazifesini icra eden Hz. Muhammed Medine’ye hicretten sonra peygamberlik görevinin yanında burada oluşturulan site devletinin siyasi ve idari işlerini de üzerine almıştır. Bu durum ona Medine’de temeli yeni yeni atılmakta olan İslam Devleti’nin başkanı olma görevini yüklemiştir.” (Doç. Dr. Mustafa Baş; Hicaz Yahudileri, Kopernik Kitap, 2019, s.245)
Kadir suresinin son iki ayetine göre de melekler ve Ruh -ki Cebrail olduğu düşünülmüştür- Rablerinin izniyle, her iş için inerler ve “O, tan yerinin ağarmasına kadar esenliktir.” Hakkında sayfalar dolusu yorum ve açıklama (tefsir) yapılan Kadir suresinin içeriği belli ki anlaşılamamıştır. İnsanoğlunun, anlayamadığı ya da kavrayamadığı bir konuyu şekle bağlayarak sonuç alma eğilimi vardır. Örneğin bir önceki surede yer alan, Kur’an’ın “yüksek tutulan tertemiz sayfalarda” olduğu ifadesi nasıl ki Kur’an’ı yüksek bir yere koymakla, asmakla özdeşleştirilmişse, Kadir Gecesi’ni de Ramazan’ın 27. gününün gecesine sabitleyerek şeklen kutlamak gelenek haline getirilmiştir. Diğer yandan Kadir Gecesi’nin bir kere olup geçtiği ya da Kadir Gecesi’nin İslam’ın kader savaşı Bedir’le aynı tarihe rastladığı rivayetleri de vardır.
Düşüncemizi ifade edersek… Alâk suresinin ilk beş ayeti vahyin ilk ayetleri ise bu durumda bu ilk beş ayet, bin aydan hayırlı olduğu ifade edilen Kadir Gecesi’nde inmiş demektir. Acaba neden yukarıdaki rivayetler ve benzerleri yerine, ilk beş ayetiyle okumanın ve yazmanın önemine dikkat çeken Alâk suresi ile Kadir suresi arasında bağ kurulmamıştır? Diğer yandan vahiy sırasına göre Alâk 1., Kadir 25. sırada iken, meallerde Alâk (96. sıra) ve Kadir (97. sıra) sureleri peş peşe dizilmiştir.
Bu farklı düzenlemelerin nedeni Muhammed peygamberin, aldığı vahyi kitaplaştırdığına dair ilmî bir kanıt olmamasıdır. Kitap haline gelmesinin yirmi yılı bulduğu ifade edilen vahyin yani Kur’an’ın toplanması konusundaki açıklamalar, birbirini tekrar eder nitelikte ve çelişkilidir. Ayetler bir araya getirilirken vahiy kâtiplerinden, ayetleri ezberlemiş kişilerden yararlanıldığı belirtilse de bazı metinlerin Kur’an ayeti olup olmadığı şahitlerle tespit edilmeye çalışılmış, bazı ayetlerin yerleri hakkında da itilafa düşülmüştür. Sonuç olarak, vahyin kitaplaştırılması konusunda atılan adımlar; devrin halifeleri, sahabeler ve ileri gelen din bilginlerinin “kabulü ve onayı” esas alınarak yürütülmüştür.
Devam edecek…
Canan Murtezaoğlu