“İri gözlü huriler”
Önceki yazımızı: “Herkes gözlemektedir/beklemektedir. Siz de gözleyin/bekleyedurun. Şüphesiz, düz yolun sahiplerinin kimler olduğunu ve kimlerin doğru yolda bulunduğunu bileceksiniz.” (Tâ-Hâ, 135) ifadesine dayanarak, semavi kabul edilen dinlerin ortaya çıkışını esas alırsak insanlık yaklaşık beş bin yıldır beklemektedir cümlesiyle sonlandırmıştık.
Mekkî surelerle ilgili yaptığımız vatandaş okumamızın yirmi sekizincindeyiz.
Tekrar hatırlatalım ki amacımız, Kur’an meali olarak okuduklarımızı anlamaya çalışmak!
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre kırk dördüncü sure “Vakıa” dır. (Kaçınılmayacak Olay) Surede geçen göksel kavramlar; Biz ve Rab’dır. Hitap doğrudan Arap kavminedir; “develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz, çölden gelip geçenlere bir fayda” gibi örneklemeler yapılmıştır. “Kaçınılamayacak olay olduğu zaman, onun oluşunu yalanlayacak kimse yoktur. O alçaltacak ve yükseltecektir.” ifadesiyle başlayan surenin ana teması; önde olanlar ve uğurlular yani cennetlikler ile uğursuzlar yani cehennemliklerin durumudur. Üstün olan Biz’dir ve bunu, yarattığı insana sürekli hatırlatır. Kıyamet anlatımına göre; “yer sarsıldıkça sarsılacak, dağlar ufalandıkça ufalanıp” toz duman haline gelecektir. Dağların ufalanıp parçalanması, önceki surelerde de ifade edilmiştir.
O gün, “üç sınıf” olacaktır: 1) Ashabı meymene: Uğurlular/sağın adamları/sağcılar 2) Ashabı meşeme: Uğursuzlar/solun adamları/solcular 3) İleri geçenler/önde olanlar. Bu “önde olanlar” nimet (Naim) cennetlerindedir; bunların “çoğu öncekilerden, azı da sonrakilerdendir. Üst üste düzenlenmiş/cevherlerle işlenmiş tahtlara (köşk) karşılıklı olarak kurulurlar.” Betimlemeler; binbir gece masallarını, sezarların, kayserlerin, çarların, kralların, padişahların, sultanların debdebeli saray yaşantısını anımsatır türdendir; tek farkı cennette günaha girilmez. Şöyle denir:
“Çevrelerinde, ölümsüzlüğe ulaşmış gençler/daima vildan (yeni doğmuş çocuk ya da genç) şeklinde taze kalan genç hizmetçiler, garsonlar yahut hılede denilen bir nevi küpe ile küpeli uşaklar dolaşırlar. Kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle. Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir. Beğendikleri meyveler, Canlarının çektiği kuş etleri, İri gözlü huriler, Saklı inciler gibi, Yaptıklarına karşılık olarak verilir. Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler. Duydukları söz, yalnız ‘selam’, ‘selam’ dır.” Eğer bu meallendirmeler doğru ise “önde olanlar” erkeklerdir ve yaptıklarına karşılık iri gözlü hurilerin verilmesi; “kadın” ın da kuş eti ya da meyve gibi tüketilecek bir “şey” olarak erkeğe sunulacak olduğudur.
Ardından uğurluların/sağın adamlarının/sağcıların durumu anlatılır. Şöyle denir: “Onlar dikensiz çiğde ağaçları/dalbastı kirazlar/Arabistan kirazı, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölgeler altında, çağlayarak akan sular kenarlarında, bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında, yüksek döşekler üzerindedirler. Doğrusu, biz kadınları yarattıkça yarattık, onları uğurlu olanlara yaşıt sevgililer olarak bakireler kıldık. Bunların bir kısmı öncekilerden, bir kısmı da sonrakilerden.”
Kadınlarla ilgi ifadeler Elmalılı’da: “Biz kadınları yeniden inşa ettik (yarattık). Onları bakireler yaptık. Hep yaşıt sevgililer, Sağın adamları içindir.” şeklinde iken, Hasan Basri Çantay’da şöyledir: “Hakikat, biz onları yepyeni bir yaratılışla yarattık da, kız oğlan kızlar, zevcelerine sevgi ile düşkün, hep bir yaşıt yaptık sağcılar için.” İfadeler yorum gerektirmeyecek kadar açık; sonuç da açıktır: Cennet erkekler için, diğer her şey de onun keyfi içindir.
Dünyada da genel işleyiş bu yönde değil midir? Birilerinin din adına ulaşmak istediği hedef bu değil midir? Semavi kabul edilen metinlerin binlerce yıldır oluşturduğu şuuraltı ile kadına bakışta bir düzelme olabilir mi? Bu ifadeleri kutsal ya da ilahî olarak tanımlamak ya da evrendeki muhteşem işleyişle bağdaştırmak nasıl olabilecektir? Bir erkeğe sunulmak için tekrar bakire olarak yaratılmak, bir kadın için cazip olabilir mi, diye de soralım ve uğursuzların/solun adamlarının/solcuların durumuna bakalım.
Onlar; “kızgın ateşte ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar.” Onlar; “varlık içinde sefahete dalan/şehvetlerine düşkün/israf içinde büyük günah işlemekte direnip durmuş” olanlar ve şöyle diyenlerdir: “Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda, doğrusu biz ve önceki atalarımız da mı diriltilecekler?” Onların öncekileri de sonrakileri de “belli bir zamanın belirli bir anında toplanacaklardır.” O yalanlayanlara şöyle denecektir: “Andolsun, zakkum ağacından yiyeceksiniz; Karınlarınızı onunla dolduracaksınız; Ve onun üzerine kaynar su içeceksiniz; Hem de susuzluğa yakalanmış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.”
“Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi?” cümlesinin ardından Biz, kıyaslamayı sürdürür. “Attığınız meniyi gördünüz mü? Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.” Biz, yaratmanın amacını da verir: “Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz).” Biz şöyle devam eder: “Ektiğinizi gördünüz mü? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık. Hayret eder dururdunuz. … İçtiğiniz suya baktınız mı? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. O halde şükretseniz ya! O çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.” Yaratan Biz’in, yarattığı insanla kendisini kıyaslamasının, sürekli meydan okumasının amacı nedir?
Ardından, “yıldızların yerleri üzerine” yemin edilir ve bu büyük bir yemindir. “Korunmuş bir kitapta” olan Kur’an şereflidir; “ona ancak arındırılmış olanlar dokunabilir/ona temizlenenlerden başkası el süremez. Âlemlerin Rabbinden indirilmedir.” “Korunmuş bir kitapta” ifadesi soyuttur. Ayrıca; Musa, İsa ve Muhammed peygamberlerin, bizzat kendi elleriyle oluşturdukları bir “kitap/mushaf” bırakmadıkları kaynaklarda verilmektedir. Mushaf, en yalın tanımıyla, Kur’an’ın kitap halindeki şekline verilen addır.
TDV İslam Ansiklopedisinde uzunca yer alan Mushaf maddesinden şu satırları da verelim: “Sözlükte mushaf kelimesi ‘bir araya getirilip bağlanmış yazılı sayfalar’ anlamına gelir. Kur’an metninin tamamını ifade eden özel bir isim olmakla birlikte mushaf kelimesi başka metinler için de kullanılmış, başta İncil olmak üzere diğer kutsal kitaplar da mushaf olarak zikredilmiştir. Kur’an metni Hz. Peygamber zamanında iki kapak arasına alınmamış olmakla birlikte Abdullah b. Mes’ûd ve Übey b. Kâ’b gibi sahabîler Kur’an’a ilişkin özel koleksiyonlar oluşturmaya başlamışlardı. Hz. Ali gibi bazı sahabîlerin de Resulullah’ın vefatının hemen ardından bu tarz bir koleksiyon meydana getirdiği zikredilmişse de bunun yazılı bir metin oluşturma değil Kur’an’ın tamamının ezberlenmesi çalışması olduğu belirtilmiştir.”
Ayetin devamındaki “arındırılmış olanlar” tanımı da soyuttur; ancak fıkıh bunu cünüp olanın, abdestli olmayanın Kur’an’a el sürmemesi şeklinde somutlaştırmıştır.
Yaratan Biz, ölüm anı için de meydan okur: “Can boğaza dayandığı zaman Ki o zaman siz (ölmek üzere olana) bakar durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz. Eğer cezalandırılmayacak iseniz, Onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz.” Ölen kimse “rahmete yaklaştırılanlardan” ise “rahatlık, hoşluk ve nimet cennetindedir/Naim cennetindedir.” Uğurlulardan ise; “sana esenlik olsun,” denir. Sapıtmış yalanlayanlar için de “kaynar sudan bir ziyafet vardır ve alevli ateşe yaslatılır/cehenneme atılır/yaslanacağı yer Cahîm’dir,” yani yedi kat cehennemin dördüncü katıdır. Sure; “kesin gerçek budur işte. Öyle ise Rabbini o büyük ismiyle tespih et.” ifadesiyle sonlanır.
İnsanoğlu; eşyayı, varlıkları, olayları inceleyerek ve de iç âleminde olduğunu düşündüğü kudreti idrak etmeye çalışarak evreni bilme çabasını sürdürmüş ve gökler de bu çabanın hep bir paçası olmuştur. Örneğin insanları sadece “öğrenen ve öğreten” olarak sınıflayan Türkler, İslam dininden önce de Gök Tanrı (Tengricilik) inancı ile yaşamıştır. En yüce varlık olarak kabul edilen Tengri, evrenin düzeninden ve insanların kaderinden sorumludur.
On Kalem Kardeşi olarak Cumhuriyetimizin 100. Yılı’na sunduğumuz kolektif bir çalışmadan şu satırları verelim: “Biz Türklerin ilk dinsel inancı; Göktengri/Göktanrı’dan gelen kayraya, lütfa, inayete dayanır ve buna ‘Kut alma’ denir. Özellikle yönetenlerden beklenen koruyuculuk, yaratıcılık, üretkenlik, güçlü kalmak, yönettiklerine mutluluk ve bereket getirmek, bu ‘Kut alma’ ile olur. ‘Kut’ gücünü en iyi yansıtan ve de Türk kavimleri için saygın sonuçlar çıkartan üç insanımızı saptayabildim; elbette tartışmaya açıktır. Bunlar Göktürk Kağanı Bilge Kağan, Büyük Selçuklu Devleti’ni kuran Tuğrul Bey ve de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürk Türk tarihinin yokluğunu varlığa, dağılmışlığını aynen Bilge Kağan zamanı gibi birlikteliğe getirerek, tarihin bütün hata ve başarılarından ders çıkarıp insan ve yurttaş kavramının kutsallığını cisimleştiren, insanüstü çaba, dirayet ve azimle bizlere ilelebet yaşayabileceğimiz bir vatan veren Kurucu Lider’imizdir. Kut almış insan göğün koruyuculuğundadır çünkü görevlidir, der Kamlar. Çanakkale’de, Anafartalar’da şarapnel parçası beş santim kaysa idi bir başka tarih yazılacaktı biz Türkler için!” (Cenap Murtezaoğlu; Bize Ne Diyemedik Kaleme sarıldık, Cinius 2023, s.28)
Tüm inançlara, onların yüce temsilcilerine ve inananlarına olan saygımızı bir kez daha vurgulayarak şunu da belirtelim: İnsanlık; Atatürk gibi bir “kavramlar bütünü” yle her zaman karşılaşmaz ve biz Türk milleti olarak, bu “nadir” kavramlar bütününü her vesile ile anmayı ve anlatmayı sürdüreceğiz.
Devam edecek…
Canan Murtezaoğlu