Vatandaş Okuması

Bilgi ile büyüyelim, akıl ile yükselelim, beynimizi özgür kılalım!

Kalem Kardeşliği

“Biz size gönderilmiş elçileriz”


Cin suresini işlediğimiz önceki yazımızı; “Kur’an’ın ikna yönteminde, tehdit ve korkutmanın yanı sıra, amacı ilgi çekici kılmak da olabilir mi?” sorusu ile sonlandırmıştık. Mekkî surelerle ilgili yaptığımız vatandaş okumamızın yirmi üçüncüsündeyiz.

İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre otuz dokuzuncu sure “Yâ-Sîn” dir. Sure adını, iki ayet sayılan “yâ” ve “sîn” harflerinden almıştır. İbn Abbas rivayetine göre Yâ-Sîn, “ey insan” anlamındadır. Said ibni Cübeyr rivayetine göre de kastedilen, Muhammed peygamberdir. (Elmalılı) Biz, Allah, Rab ve Ben göksel kavramlarının geçtiği sure, “hikmet dolu/bilgeli” Kur’an’a yeminle başlar. Doğru yol üzere gönderilmiş elçilerden/peygamberlerden olan Muhammed peygamberden; güçlü olan ve acıyan tarafından indirilenle, (Kur’an) ataları azapla korkutulmamış, bilgisiz kalmış (gafil) bir kavmin (Arap kavmi) korkutulması/uyarılması istenir. Ardından da şöyle denir: “Andolsun ki onların çoğunun üzerine azap sözü hak olmuştur. Onlar imana gelmezler.” Biz, “boyunlarına, çenelerine kadar varan demir halkalar” geçirmiştir. Biz, önlerine ve arkalarına set çekmiştir, baksalar da görmezler. Muhammed peygambere; “onları uyarsan/korkutsan da uyarmasan/korkutmasan da birdir, inanmazlar,” sen sadece çok esirgeyici olandan korkan kimseyi uyarabilirsin ve o kişileri “bağışlanma ve cömertçe bir ödülle müjdele,” denir. Biz, “ölüleri dirilten, önce yaptıklarını da bıraktıklarının izlerini de yazan” dır ve “her şeyi, apaçık bir Kitap’ta/kütükte” bir bir sayılandırmaktadır. Bir önceki Cin suresinde yer alan benzer bir ayette ise özne Allah’tır. (28. ayet)

Devamında Muhammed peygamberden “kendilerine elçiler gelen kent (karye) halkını” örnek vermesi istenir ve şöyle denir: “Onlara iki elçi gönderdik, ikisini de yalanladılar.” Bunun üzerine Biz, onları “üçüncü biriyle” destekler. Tefsirlerine göre bu kent, Hristiyanlığın ilk şekillendiği yer olan Antakya, kavim Romalılar, elçiler de İsa’nın havarileridir. İsa’nın kuzeni olan Yuhanna ile Yahudi Saul yani havari Pavlus ilk iki elçidir. Üçüncüsü de havari Şemun’dur. İslam kaynaklarındaki Şemun, Kadir suresinin inmesine neden olarak kabul edilen kişilerden biridir. Muhammed Peygamber; İsrailoğullarından bir askerin, (Şemun) Allah yolunda bir aydır silah giyindiğini söylemiş, Müslümanlar da utanıp keşke ömrümüz uzun olsaydı da biz de Allah için cihat etseydik, demiş ve Kadir suresinin “bin aydan hayırlıdır” ayeti inmiştir.

Sureden devamla, Kente gelen kişiler, “doğrusu biz size gönderilmiş elçileriz,” derler. Kent halkı ise şu yanıtı verir: “Siz de ancak bizim gibi birer beşersiniz. Rahman da bir şey indirmemiştir. Sadece yalan söylüyorsunuz.” Elçiler, Rab tarafından uyarmak için gönderildiklerini yinelerler. Şunu soralım:

Tefsirlerdeki rivayetler yani elçilerin “İsa’nın elçileri” olduğu doğru ise -ki yabancı kaynaklarda aynen geçmektedir- bu durumda havariler olarak bilinen kişiler de peygamberdir; çünkü 3. ayette Muhammed peygamber için kullanılan “mürseliyn” (gönderilmiş elçilerden/peygamberlerdensin) kelimesi, 13. ayette havari olarak bilinen kişiler için de aynıdır: “Mürselûn.” (gönderilen birtakım peygamberler/elçiler) Türkçedeki karşılığı yalvaç olan peygamber kelimesi Farsçadır ve “haber getiren” demektir. Kur’an’da peygamber karşılığında nebi, resul ve mürsel kelimeleri kullanılır. Havariler de peygamber ise farklı bir peygamberlik kavramı ile karşı karşıya olduğumuz açıktır. Ayrıca hitap Romalılara ise amaç Hristiyanlığın tebliği olmalıdır. Bu durumda, tartışmalı da olsa Kur’an’ın kalbi olarak tanımlanan Yâ-Sîn suresi ile bu olayın nasıl bir ilgisi olabilir? Arap kavmine gelen vahiyde neden Hristiyanlık tebliği örnektir? Kaynak tek diyebilirsiniz ancak şu anda yeryüzünde üç ayrı semavi din var ve her biri kendi üstünlüğünü savunuyor.

Sureye dönelim… Elçiler nedeniyle uğursuzluğa uğradıklarını düşünen kent halkı, vazgeçmezlerse onları taşlayacaktır. Elçiler/peygamberler de küfürlerinden dolayı uğursuzluğun onlarda olduğunu ve haddi aşan bir topluluk olduklarını belirtir. Hikâye (Habib-i Neccar kıssası) şöyle sürer: Şehrin (medine) ucundan bir adam koşarak gelir ve kavmine, peygamberlere uymalarını; çünkü onların ücret istemediğini ve doğru yolda olduklarını söyler. Tefsirlere göre, kavmi ona; “vay, sen de mi onların dinindensin,” deyince de o; “beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim! Siz de O’na döneceksiniz,” der ve sözlerini, “Doğrusu ben Rabbinize inandım, beni dinleyin.” cümlesiyle bitirir. Sonra ona (öldürülünce) “haydi gir cennete” denecek ve o da “ne olurdu kavmim bilseydi,” diyecektir.

Devamında, yalanlanan elçiler ve ardından gelen yok ediş döngüsünü görmekteyiz. Biz; kavmin üzerine bir ordu indirmediklerini, indirecek de değildiklerini, sadece tek bir çığlık koptuğunu/gürültü olduğunu ve hemen kül oluverdiklerini/sönüverdiklerini belirtir. Antakya’nın tarih boyunca, ardından çıkan yangınlarla birlikte çok sayıda deprem yaşadığı ve yedisinde şehrin tamamen yok olduğu kaynaklarda yer alır. Şu bilgiyi de verelim “Malalas, altıncı yüzyılda Antakya’da yazdığı kitabında M.S. 37 yılında üç havarinin Antakya’da Hz. İsa’nın mesajını anlattıklarında burada bir depremin olduğunu yazmıştır.” (Yrd. Doç. Dr. Gürhan Bahadır; https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/182906) Doğa olaylarını, göklerin bir cezalandırması olarak göstermek, kutsal kabul edilen metinlerin değişmezi gibi görünüyor.

Yine soralım: Göklerdeki düzen mi yeryüzüne inmiştir, yerdeki düzen mi iş ve oluşu göklere bağlamıştır?

Kavmi yok eden Biz, öfkesini şu sözlerle sürdürür: “İnsanlara yazıklar olsun! Kendilerine hangi elçi/peygamber gelse onu alaya alıyorlardı.” Biz, insanlara “belge” olan örnekler verir. İlkine göre ölü yer/kurumuş toprak diriltilir, insanlar oradan çıkan taneleri yer. Ölü toprak ifadesi için Elmalılı’nın şu yorumu ilginçtir: “Hele bir öğle sıcağında bir Arabistan çölünün manzarası düşünülürse onun hayattan ne kadar uzak olduğu görülür.” Hurmalıklar ve üzüm bağları var edilir, aralarında pınarlar fışkırtılır. Gece de delildir. Şöyle denir: “Biz ondan gündüzü soyar çıkarırız, bir de bakarlar ki karanlığa dalmışlar.” Güneşin yörüngesinde yürümesi Allah’ın kanunudur. Biz, Ay’a “orak gibi eğri eski bir hurma dalına” döneceği konaklar tayin eder. “Aya erişmek güneşe yaraşmaz. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yüzüp gider.”

Bir diğer belge de Biz’in, onların soylarını dolu gemiyle taşıması ve “kendileri için bunun gibi nice binekleri yaratmış” olmasıdır; ancak Biz tehdit eder: “Dilesek, onları suda boğardık, ne çığlıklarını duyan olurdu, ne de kurtulabilirlerdi.” Rabbin ayetleri kendilerine geldiğinde insanlar yüz çevirir. “Onlara ‘Allah’ın size verdiği rızıktan iyilik için sarf edin’ denildiğinde, nankörler inananlara ‘Allah’ın dileseydi doyuracağı bir kimseyi biz mi doyuralım,” derler ve “verilen bu söz ne zamandır,” diye sorarlar.

Ardından yok ediş ve kıyamet anlatısı tekrarlanır. İnsanlar çekişip dururken “kendilerini yakalayacak bir tek çığlığı beklerler. O zaman, vasiyet de edemez, yakınlarına da dönemezler. Sûr’a üflenince, Rab’be doğru koşarak kabirlerinden çıkar ve “uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı,” diye sorarlar. Vücutları toprağa karışmadan yok olanların durumu bu kıyamet tablosunda da yer almaz. O gün kimseye haksızlık edilmeyecektir; “cennetlikler eğlenceyle meşguldürler. Onlar ve eşleri gölgeliklerde, tahtlara kurulurlar.” Rab katından onlara “esenlik” sözü gelir. Suçlulara ise şöyle seslenilir: “Ey Âdemoğulları! Ben size, şeytana tapmayın, doğrusu o size apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye ant vermedim mi? İşte bu, size söz verilen cehennemdir. Bugün, inkârcılığınıza karşılık oraya girin.”

Biz, o gün ağızları mühürler; insanların yaptıklarına elleri ve ayakları tanıklık eder. Biz, dilerse onların gözlerini siler, bu durumda “nasıl görebilirler?” Biz, dilerse onların “biçimlerini daha kötüye” değiştirir; bu durumda “ne ileri gidebilirler ne de geri dönebilirler.” Ardından şu sorulur: “Kimin ömrünü uzatırsak onun yaratılışını (güç ve kuvvetini alarak) tersine çevirmiş oluruz. Akıllarını kullanmazlar mı?”

Muhammed peygambere şiir öğretilmemiştir; zaten ona yaraşmaz; “bu bir hatırlatma ve apaçık bir Okuma’dır. Ki, diri olanı uyarsın ve böylece söz de inkârcıların aleyhine gerçekleşsin.” Kur’an’ın içeriğinde ölüm sonrası okunması için belirlenmiş bir ayet yoktur. Buna rağmen Yâ-Sîn suresinin, birtakım rivayetler esas alınarak, ölmek üzere ya da ölmüş olan için ya da kabir başında okunması konusunda bir gelenek oluşturulmuş ve bu yerleştirilmiştir. Üç semavi dinde, defin öncesi ve sonrasında işleyiş farkları olsa da ana hat aynıdır: Ölünün yıkanması, defin sırasında ve sonrasında dua okunması, yas evinin ziyaret edilmesi, vb.

Devamında konu değişir. Biz, elleriyle yarattığı davarları/hayvanları insanın buyruğuna vermiştir; onlara binerler, etini yerler ve “onlarda daha nice faydalar, içecekler vardır.” İnsan ise “Allah’ı bırakıp da kendilerine yardımı dokunur diye başka tanrılar” edinmiştir. Muhammed peygamber, “bunların sözü seni üzmesin” diyerek teselli edilir.

Biz insanı oğulcuktan yaratmıştır ancak insan, “çürümüş olan kemikleri kim diriltecek,” diyerek Biz’e “örnek vermeye kalkar.” Muhammed peygamberden şunları söylemesi istenir: “Onları ilk defa yaratan diriltecektir. … O yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsınız.” Yaş ağaçtan ateşin çıkarılması, Hicaz topraklarında bulunan, yemyeşil ve üzerlerinden su damlayan “afar ve merh” adlı iki ağaca işarettir. Afar ağacının dalı çakmak demiri gibi üstte; merh ağacının dalı da çakmak taşı gibi altta tutulur. Bu iki dal birbirine sürtüldüğünde de ateş elde edilir. Bedeviler bunu bilmektedir.

Sure şöyle sonlanır:  “O’nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece ‘Ol!’ demektir. O da hemen oluverir. O halde her şeyin hükümranlığı elinde bulunanın şanı ne yücedir. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz.”

Devam edecek…  

Canan Murtezaoğlu


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir