Bir kara toprak metaforu, Aşık Veysel üstat
Roma döneminde filozof imparator diye tanımlanan Marcus Aurelius’un derinlikli bir sözü vardır: “İnsanın çekileceği en güzel yer kendi içidir.”
Üstat Veysel, bir ömür bu erdemin sönmeyen ısısı ile bizlere yol göstermiştir. Dilim döndüğünce onu farklı bir boyutta sizinle paylaşmak isterim.
Aşık Veysel, kaderinin çizgilerine müdahale edebilen ender bir akıl ve ruh örneğidir.
Sivas’ta bir ücra köyde toprağa basıp, erken bir yaşta göz gibi bir temas gücünü kaybetmesine karşın, Emlek bölgesi gibi Alevi fıtriyatının en yoğun ortamında çok küçük yaşta bulunup ilgi ile ustaları izlemesi ileride varacağı Aşık Veysel felsefesine bilgi pınarı olmuştur.
Üstat Veysel kendini “benim sadık yârim kara topraktır” la özdeşleştirerek, unutulmuş bir Oğuz yaşam tarzını 20.yüzyıla taşımıştır diye düşünüyorum. Oğuz Türkleri 7/8. yüzyıla kadar Orta Asya gibi bir yayla denizindeki yalın yaşam koşullarında Gök Tengri’ye olan inançları, törelerinin ahlakı ile sınırsız bir doğa ortamında yaşarlardı. Bu olgu, tek Tanrı’ya inanç, kara toprağın nimetleri ve de sıkı sıkıya insana, yaradılan ne varsa her şeye saygı ve sevgi gösteren, akılcılığı ve bireysel özgürlüğü tartışmasız öngören bir yaşam felsefesidir. Fakat tarihin akışı, bu insanları yeni ortamlarla hem istek hem zorunluluk sonucu beraber yaşamaya yöneltmiştir.
Türkler, Selçuklular döneminde karşılaştıkları Sünni İslam’ın “Allah, Muhammed” dışında tanımlanan bir inanç betimlemesi yokken, Şiiler buna Ali mottosunu ekler ve günlük ibadette farklılıklar yaratırlar. Günümüze kadar gelen kanlı tablolar hep bir yıkım ve İslam dünyasının gelişimini durdurma ortamını oluşturmuştur…
Oğuzlar, Türkmenler yalın yaşam tarzının insanlarıdır. Bir tarafta Abbasi halifeliğinin mezhepsel tavizsizliği, diğer yandan Fars kökenlilerin Şii batınî yapılanması Türk insanını kendi çözümlemesine ve dirayet alanına yöneltir. Bu kargaşada ezilmemek ve birliklerini sağlamak için Ahmet Yesevi gibi, daha sonra Hacı Bektaş Veli üstatların yorumu ile bir yeni yol oluşturulur. Buna Alevilik derler. Mottosu “Hak, Muhammed, Ali” ve ibadet esasları Şii ve Sünni anlayışın iman ve ibadet ritüellerinden ayrı olur. Bu farklılıklar, hakim ve müesses siyaset ve ulema nezdinde tepki çeker. Bin yıllık bir karşıyı yok sayma anlayışı oluşur ve ne acı ve utanılacak bir durumdur ama bu ayrım günümüzde de vardır.
15-18. yüzyıllar arasında yaşayan yedi Ulular dediğimiz Pir Sultan Abdal, Nesimi, Hatai, Fuzuli, Yemini, Virani ve Kul Himmet tek silahları olan deyişleri, türküleri ile bu özgürlüğü nesillere aktarırlar. Yüzyıllar acımasız kavgalarla, kıyımlarla geçer ama Alevi Bektaşi insanları, “Cem” in erdemini koruyarak inançlarını her koşulda sürdürürler.
Bu yorgun yüzyıllar Üstat’ın kültür genetiğidir. Fakat dikkatimi çeken ve beni şaşırtan bir önemli formasyon vardı. Aşık Veysel üstadı incelerken aklıma takılan şu oldu: Türküleriyle, deyişleriyle, içtenlikli akıl ve yıkıcı duygularla mücadele için kendi özdenetimini sağlaması, açık, tarafsız bir doğa bağlantılı açıklamaları ile bana M.Ö. 4. yüzyılda yaşayan Kıbrıslı Zenon’un Stoacılık felsefesini anımsattı. Zenon’un kurduğu, doğaya uygun yaşamaya salık veren, ruhun duyumsamaz olduğunu öne süren, aklı egemen kılmayı ve dünya yurttaşlığını ülkü edinen öğretidir Stoacılık.
Akıl zaman ötesine bakar ve tek doğruda buluşur hep.
Aşık Veysel çağların oluşumlarını aşıp bir yaşam felsefesi ile birliktelik çağrıştırıyordu. Bu algımın benzerini Çukurova Üniversitesinden Doğan Kaya hoca şöyle bir değerlendirme ile yapar: “Veysel, Kerbela’ya ağıtlar yakmamış, duvaz imam söylememiş, Ehl-i Beyt’ten, on iki imamdan söz etmemiştir. Onun Alevi olduğunu bilmeyenler bu vasıfta olduğunu sezmezler. Aşık Veysel’in Aleviliği dar sınırlar içinde sıkıştırılmış bir Alevilik değildir. Yunus Emre’nin batınî anlayışını sadeleştirerek, halk düzeyine indirilmiş bir biçimidir.”
Üstadı bu değişime yönelten ve bunu dizelere indirten ve sonuçta bir sevgi ve saygı felsefesi yarattıran temel etken nedir?
Aşık Veysel felsefesi, Cumhuriyetin seküler ortamının sağladığı laik anlayışın bireysel özgürlüklere saygıyı esas almasına dayanır. Bu ortam, Atatürk’un eseri Cumhuriyetin, Türk insanına en ücra köyden en ileri semte kadar yeni bir anlayışla maddi ve manevi destek vermesi ile oluşmuştur. Bunu, Cumhuriyet destanı türküsü ile çok net anlatır üstat.
Son sözüm…
Aşık Veysel’in İç Anadolu kökenli olması, yüzyılların ağıtlarını taşıyan bir ortamda serpilip olgunlaşması, onun bastığı kara toprağın özünde yatan hüzünlerin yüzyılların birikimi bir insanî duygu kırılması ile ezgilerine yansımasını gözleriz… Bunu özellikle zulme boyun eğmeyen ve Türkçe söylemekten asla vazgeçmeyen, 13-17. yüzyıl arası Yedi Ulular’da gördüğümüz gibi 20. yüzyılda Veysel’de, baba oğul Ertaşlar’da Mahsuni’de de görürüz. İç Anadolu tarihin çilesini çekmiş bir yurttur halbuki Karadeniz, Trakya, Ege ve Güneydoğu ezgilerinde bu hüzünlü direnişlerin yerini aşk, sevda, çiçek, böcek, doğa, siyasi anlatılar alır. Günümüz aydınları bu hüznü gidermek için, insana saygı için daha da fazla emek sarf etmeli, farklılıkların bir doğal armağan olduğunu yılmadan, bıkmadan susuz kara topraklara akıtmalı ki Aşık Veysel ışıklarında rahat uyusun.
M. Cenap Murtezaoğlu