Allah’ın kızları
Mekkî surelerle ilgili başlattığımız yazı dizisinin altıncısındayız. “İslam dünyası hâlâ üflüyor” başlıklı önceki yazımızda, Doç. Dr. Mustafa Baş’ın, “Hicaz Yahudileri” adlı değerli çalışmasından; “Hicaz bölgesinin tarihî geçmişini ortaya çıkarabilecek temel ilmî belge ve kayıtlar” ın yok denecek kadar az olduğunu, bu bölge ile ilgili bilgilerin, “İslam’ın hemen öncesinde veya İslam ve Cahiliye dönemini beraber yaşayan ravilerin naklettiği bilgilere” dayandığını aktarmıştık. S. Frederick Starr’ın, “Kayıp Aydınlanma” adlı kapsamlı eserinden de Birunî’nin (Harezm, 973-1048) herkesin birbirinden aldığı “malzeme cümbüşü” nün eleştirel bir incelemeden geçmediğinden yakındığını, Beyhakî’nin (Horasan, 995-1077) tarihçilik mesleğinin önemine dikkat çekerek “insanlar öyle tuhaflar ki saçma ve imkânsız olanı tercih ediyorlar; doğruyu ayırabilen ve yanlışı reddedebilen insan sayısı çok az…” dediğini, okuyoruz.
Vatandaş okuması yaparak Kur’an’dan devam edelim…
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre yirmi birinci sure Necm’dir. (Yıldız) Necm’in Ülker Yıldızı (Süreyya) ya da Şirâ Yıldızı (Sirius, Ak Yıldız) olabileceği söylenmiştir; ancak “azar azar verilen şeyin her kısmı” anlamına gelmesi nedeniyle “necm” in, Kur’an’dan inen her miktar için olabileceği düşüncesi de vardır. Surede geçen göksel kavramlar Rab, O ve Allah’tır. Rivayete göre surenin iniş nedeni, Kureyşlilerin, Muhammed peygamber için “Kur’an’ı kendi uyduruyor” demeleridir. Bu nedenle surede Peygamber’in “kendi arzusuna göre konuşmadığı,” vahiy aldığı vurgulanır. “En yüksek ufukta” Cebrail’le yakınlaşan ve “Rab’binin en büyük belgelerinden kimini gören” Elçi Muhammed, şu cümle ile korunur: “Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız?”
Bu durum, toplumunun inandığı Lat, Uzza ve Menat adlı putlarla kıyaslanır ve 23. ayette şöyle denir: “Onlar hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın taktığı (boş) isimlerdir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmedi. Onlar yalnız zanna ve nefislerin sevdasına uyuyorlar. Halbuki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” Muhammed’in elçiliğinin pekiştirilmesi devam etmektedir. Vahiy, bir anlamda toplum içinden yükselen düşüncelere, sorulara cevap gibidir. 23. ayete bakılırsa, özellikle de inanç konusunda insanoğlunu ikna etmek Rab için bile zorlayıcı olmaktadır!
Elmalılı tefsirinde; “Lat için Taif’te, Uzza için Nahle’de, Menat için Kudeyd’de birer beyti mahsus (özel ev/hane) varmış.” diye yazar. O günün putperestleri için bu putlar, “Allah’ın kızları” olduğuna inandıkları meleklerin suretleridir ve Allah katında onlar için şefaatçi olacaklardır yani şefaat kavramı, İslam öncesinde de bilinmektedir. İlginçtir ki; toplum içinde en aşağı mertebede olan kadın, tapılan putların temel unsurudur.
Devam eden ayetlere göre her şey Allah’ındır. Allah sonuçta; kötü davrananlara karşılığını verecek, iyilere de işledikleri güzelliklerin daha güzeliyle karşılık verecektir. İlahî öğretilerde / sistemlerde vaat edilen bu “karşılıklılık ilkesi” dünyadaki yaşam için ne kadar geçerlidir? İyilik adına yapılan bir eylemin karşılık bulduğunu söylemek ne kadar mümkündür? “İyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlik bilir.” atasözü sorumuza anlamlı bir cevaptır. Ya da kötülük adına yapılan bir eylemi yargılayan adaletin terazisi ne kadar hassastır? Bu sorunun cevabını da “Güç geldi ve adalet gitti.” ve “Adalet topaldır.” atasözleriyle verebiliriz.
Adaletin topal olduğu bir dünyada da soygun düzeni yürütenlerin, emek hırsızlığı yapanların, insanları fuhuş ve uyuşturucu ağlarına düşürenlerin, bebeklere, çocuklara tecavüz edenlerin ya da onları öldürenlerin, doğayı ve içindeki canlıları katledenlerin ve de hayatlarına kaldıkları yerden devam edenlerin durumunu açıklamak kolaylaşır.
Dinle aldatan, yabancıya uşaklık eden vatan haini FETÖ’nün elebaşı, hizmetinde olduğu ülkede öldü. Gazi Meclis’i bombalattı, Türk ordusunun şerefli askerlerine kumpaslar kurdurdu, “F Tipi” müritleri ayetlerle himmet topladı, “şefkat tokatları” ile insanları güttü, kurduğu “abla-abi” sistemi ile binlerce çocuğun beynini yıkadı. Yurt dışında paravan okullar açarak yabancı şeflerine hizmet eden bu “emekli vaiz” kimi romantik kimi de “Kıblemiz bir!” diyen siyasiler tarafından alkışlandı! Bu siyasiler, Atatürk’ün Nutuk’taki ifadesiyle “kayıtsızlık ve yersiz hoşgörü” içinde oldular. Sıradan bir vaiz bu okulları nasıl açabilir diye sormadılar, oy kapma ya da belki de yaklaşan ahiretlerini kurtarma derdine düştüler!
Şimdi bu dinci terörist başı hiçbir hesap vermeden dünya değiştirdi yani işler yine “öbür taraf” a kaldı. İlginçtir ki, ölümü bazıları için ceza olarak görülmüş. 15 Temmuz’da silahla yaralanan bir gazi kadın, “Şehitlerimizin ve bizim kanımız yerde kalmadı.” cümlesini kurmuş ve Allah’ın onlar adına intikam aldığını belirtmiş. (Basın; 22.10.2024) İnancı bu yönde. Hiçbir hesap vermeden dünya değiştiren bir kişinin ölümü neden ceza olsun; zaten her canlı ölümü tadacak değil midir? Ayrıca hesap vermeyi bir yana bırakın; bu dinci terörist başı, ölene kadar kuş sütü kuru üzüm beslendi. Onun yerine binlercesi mağdur olup hesap verirken, zengin mağdurlar (!) da kurulan “FETÖ borsası” ile keyif sürmeye devam etti. Allah böyle süreçlere neden müdahale etmez, ilahî adalet nerededir, diye sorabilirsiniz. Peki bu durumda; şeref yoksunu ithamlara dayanamayıp intihar edenlerin, kumpas mağdurlarının, 15 Temmuz kalkışmasında hayatlarını kaybedenlerin, işini kaybedip sefalete düşenlerin haklarına ne olacaktır? Cevap, “Ve şüphesiz en son varış, Rabbinedir.” (42. ayet) ifadesindedir. İslam toplumları din eliyle her işi Allah’a havale etmeye alışmış, alıştırılmıştır; nasıl olsa bir gün hesap görülecektir, zamanı önemli değildir.
Şunu net olarak bilmekteyiz:
Bu dünyada işini gerektiği gibi yapan sonuç alır; yapılan işin ya da işi yapan kişinin iyi ya da kötü, ahlaklı ya da ahlaksız olması bir fark yaratmaz. Örneğin, insanları iyileştiren bir hekim nasıl zengin ve ünlü olabiliyorsa; insanları zehirleyen bir uyuşturucu baronu ya da din satarak insanları manipüle eden biri de olabilir. Hatta birçokları ilk örneğe uzak dururken, ikinci-üçüncü örneklerin karanlığında yarasalar gibi asılı durmayı tercih eder. Büyük çoğunluk da işi kadere bağlar, ilahî adaleti bekler durur!
33-37. ayetlerde yüz çeviren ve malından biraz verip sonra vazgeçenden bahsedilir. Rivayete göre İslam’a yakınlık duyan bir kişiyi arkadaşı, “atalarının dinini terk mi ediyorsun,” diye uyarır ve ahiretten korkmamasını, kendisine mal verirse, onun sorumluluğunu üzerine alacağını söyler. O kişi hemen dönüş yaparak malının bir kısmını verir ancak geri kalanını vermez. Bu durum vahiyle sorgulanır: Bu kişi ahireti mi görmüştür ya da bu kişi Musa’nın ve İbrahim’in sayfalarında yazılı olanları görmemiş midir? Arap olan kişiden Tevrat’ı bilmesi istenmektedir. Kur’an’ın, Tevrat ve İncil’le ilişki içinde olması şaşırtıcı değildir çünkü kutsal kabul edilen üç metnin (kitap) aynı yarımadada, aralıklarla ve İbrahim peygamber nedeniyle akraba olan iki kavme (Yahudi ve Arap) indirildiği kabul görmüştür. Oluşan üç dinin yani Musevilik, Hristiyanlık ve İslam’ın kitaplarındaki metinlerin ilmî belge ve kayıtlar olmadan, rivayetlerle dayanarak yazıldığını da hatırlatarak devam edelim.
38.ayet, bir günahkârın başkasının günah yükünü yüklenmediğini ifade eder yani atasözündeki gibi her koyun kendi bacağından asılır. Bu durumda din adına neden insanlık hâlâ dayatmalarla karşı karşıyadır?
Ayet 39, “İnsanın ancak çalıştığına hakkı vardır.” şeklinde meallendirilir. İnsan, tarih boyunca, her çalışmasına karşı hakkını alabilmiş midir? Birilerine hazinelerin kapıları hep açılırken, diğerlerine cennetten tapu verilmemiş midir? Devam eden ayetlere göre zaten insanın, çalıştığının karşılığını hemen görmesi beklenmez; karşılığın alınması için son varış Rab’dır. Böylece din eliyle dünya hayatında -adalet konusunda olduğu gibi- çalışmaya da bir karşılık beklememek düşüncesi dolaylı olarak vurgulanmaktadır.
İnsanın her fiili, her adımı ahirete kilitlenirse yeryüzünde hak duygusu nasıl dengelenecektir?
Surenin son ayetlerine göre; güldüren, ağlatan, dirilten, öldüren, erkek ve dişi çiftini yaratan, tekrar dirilten, zengin eden, sermaye veren, Ad’ı, Semud’u, azan ve zulmeden Nuh kavmini helak eden, şehirleri devirip yıkan Şira Yıldızı’nın Rabbidir. Bu ayetlere göre ipler göklerin elindedir! Bu tür ifadelerden en çok yararlanan da ilginçtir ki yöneticilerdir; bu onlara kolaylık sağlar. Örneğin depremde insanlar enkaz altında kalıp hayatlarını kaybetmiş, binalar yıkılmıştır. Yönetici, kader der, Allah cezalandırdı der. Yetmez, insanları kılık kıyafet üzerinden ya da kendi inandığı şekilde inanmadıkları için günahkâr ilan eder; böyle bir sonu hak etmişlerdir. Binaları yapanların, onlara ruhsat verenlerin, çıkar çarklarını döndürenlerin hiç suçu yoktur. Ancak ahalinin de pek sesi çıkmaz, hesap sormaz; akıl hiç devreye girmez, hiç ders alınmaz.
57. ayete göre “yaklaşan” yaklaşmıştır. Sure; “Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz? Ve siz mi kafa tutuyorsunuz ey gafiller?” tehditleriyle son bulurken, Allah için secdeye kapanılması istenir.
İnsanın herhangi bir konuda yola çıkış nedeni, bütün gerçeklerin bilinmesi gerektiğine inanması olmalıdır.
Devam edecek…
Canan Murtezaoğlu