Vatandaş Okuması

Bilgi ile büyüyelim, akıl ile yükselelim, beynimizi özgür kılalım!

Kalem Kardeşliği

Yükseklikler üzerinde (4)


Mekkî surelerle ilgili yaptığımız vatandaş okumamızın yirmi birincisindeyiz. Bir önceki yazımızda 103-158. ayetlerini verdiğimiz A’raf suresini anlatmaya devam ediyoruz.

 “Musa’nın kavminden doğru yolu gösteren ve doğrulukla adalet yapan bir topluluk da vardı.” cümlesiyle yeniden Musa hikâyesine dönülür Biz, Musa’nın kavmini “oymaklar halinde on iki topluluğa” ayırmıştır. Musa, kavmi için su isteyince asası ile taşa vurması söylenir; ondan on iki pınar fışkırır ve her oymak içeceği yeri öğrenir. Biz, üzerlerine bulutu göndererek onları gölgeler, “onlara kudret helvası ve bıldırcın” indirir. Ayet: “Aslında onlar bize haksızlık etmiyorlardı, kendilerine haksızlık ediyorlardı.” cümlesiyle sonlanır. Bu ifadeye göre sanki biri gökte diğeri yerde değil de iki topluluk da yeryüzündedir ve biri diğerinin yöneticisidir.

Yine soralım: “Biz” zamiri kime ya da neye işarettir?

Biz, onlara şöyle seslenir: “Şu şehre yerleşin ve orada dilediğiniz şeylerden yiyin, ‘hitta’ (günahlarımızı bağışla) deyin ve secde ederek kapısından girin ki, suçlarınızı bağışlayalım. İyilere nimetlerimizi daha da arttıracağız.” İçlerinden bazıları sözleri, “kendilerine söylenenden başka şekle” sokunca, zulmü alışkanlık haline getirince Biz de “üzerlerine gökten azap yağdırır.”

Muhammed peygambere; “o deniz kıyısındaki şehrin başına gelenleri sor,” denir. Onların “Cumartesi yasaklarını” çiğnedikleri ifade edilir; balıklar Cumartesi günü akın akın gelmekte, yasak olmadığı gün ise gelmemektedir. Bu durum, “yoldan çıkıp sapıklık yaptıkları için” Biz’in onları denemesidir! Onların içinden bir toplum, “Allah’ın yok edeceği veya şiddetli azaba uğratacağı” bir kavme neden öğüt veriyorsunuz diye sorunca uyaranlar, “Rabbinize bir özür beyan etmiş olmak için” şeklinde yanıtlar. Sonunda kötülükten sakınanlar kurtarılır, zalimler şiddetli azaba uğratılır ve “kendilerine yasaklanan şeylere karşı başkaldırınca, onlara ‘aşağılık maymunlar olun” denir. Devamı şöyledir: “O Vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseleri başlarına gönderecektir.” Hızlı cezalandırdığı gibi çok affedici de olan Rab, “onları yeryüzünde birçok ümmetlere” ayırır; “içlerinde iyi olanları da vardır, olmayanları da” ve bazen nimet bazen de musibetle imtihan edilirler.

Ardlarından yerlerine gelen bozuk nesil, kitaba (Tevrat) sahip olurlar. Şu sorulur: “Allah’a karşı ancak gerçeği söyleyeceklerine dair, kitap üzerine onlardan söz alınmamış mıydı? Ve onun içindekileri okuyup öğrenmemişler miydi? … Kitaba sarılanlara ve namazı kılmaya devam edenlere gelince, biz o iyilerin ecrini hiçbir zaman yitirmeyiz.” Biz, bir zamanlar, dağı gölgelik gibi tepelerine çekmiş, üzerlerine düşüyor zannettiklerinde de “size verdiğimiz kitabı kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın, umulur ki korunursunuz” demiştir. (171)

Rab, “Ademoğullarının bellerinden soylarını alıp onları kendi nefislerine şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim,” diye sorar. “Onlar da ‘evet, tanık olduk,” derler. Biz bunları, “kıyamet günü ‘bizim bundan haberimiz yoktu.” yahut “atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o bâtıl yolu tutanların yaptıkları yüzünden bizi helak mı edeceksin,” denmemesi için yapmıştır.

Ardından Muhammed peygambere, “onlara kendisine verdiğimiz ilkelerden sıyrılarak şeytanın kendi peşine taktığı ve azgınlardan birinin olayını anlat,” denir. O kişinin ibret verici durumu; “köpeğin haline benzer ki, üzerine varsan da dilini uzatır solur, bıraksan da solur.” Kaynaklardaki rivayetlere göre bu kişi ya İsrail ulemasından Musa ve Yuşa’ya karşı olan Bel’am ibni Ebr veya Kenanîlerden Bel’am ibni Baura’dır ya da gelecek olduğu düşünülen peygamberin kendisi olduğunu ümit eden Arap Ümeyye ibni Ebissalti Sekafî’dir.

Devamla, “Allah kime hidayet ederse, o hidayete erer, kimi de dalalette bırakırsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileri olurlar.” cümlesi ile iplerin göklerin elinde olduğu vurgulanır yani insanoğluna seçim hakkı sunulmamıştır. Bu durumda hesap günü, cennet ya da cehenneme sevk ediliş nasıl anlam kazanacaktır? Bu durum bir kez daha vurgulanır: Biz şöyle der: “Cehennem için birçok cin ve insan yarattık. Onların gönülleri vardır, onlarla anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir, belki daha da sapkındırlar / Hatta daha da aşağıdırlar. İşte bunlar bön kimselerdir / Bunlar da gafillerin ta kendileridir.”

Surede insanlar için geçen şu yerici, küçültücü ifadeleri tekrar verelim: “Aşağılık maymunlar olun, köpeğin haline benzer ki, üzerine varsan da dilini uzatır solur, bıraksan da solur, bunlar hayvanlar gibidir, belki daha da sapkındırlar / aşağıdırlar.” Şunu soralım: Evrendeki muhteşem düzenin, işleyişin, örüntünün bu ifadelerle nasıl bir ilgisi olabilir? Göklerden geldiği kabul edilen vahiy, bu ifadelerle nasıl bağdaşabilir? Uluhiyet yani tanrısallık bunun neresinde olabilir? Yaratan olduğunu söyleyen Biz kavramı, yarattığını bu kadar horlarsa, bu kadar aşağılarsa kendini göklerin temsilcisi sanan birtakım yöneticilerin bu yol ve yöntemi uygulamaları kaçınılmaz değil midir? Dünyada adalet ve hak bu nedenle mi sürekli örselenmekte ya da yok sayılmaktadır? Ayrıca içgüdüsel davranışlar bütünü olan hayvanlar nasıl sapkın olabilir?

Devamla, “en güzel isimler Allah’ındır. O’na o isimlerle yakarın,” denir. Biz’in yarattıklarından “bir millet, gerçeğe göre yol gösterir ve gerçekten adaletle hükmeder.” Ayetleri / ilkeleri yalanlayanlar ise “bilemeyecekleri yönlerden derece derece” düşüşe yuvarlanacaktır. Ben, bunlara süre verir, “benim tuzağım çetindir,” der.

Muhammed peygamberde “delilik / cinnet yoktur, o ancak apaçık bir uyarıcıdır.” Muhammed peygamberin deli ya cinli olmadığı daha önce de verilmiştir.

Ardından, kıyamet konusuna geçilir ve şöyle denir: “Sana Saatin / Kıyamet vaktinin ne zaman demir atacağını soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu zamanında açığa ancak O çıkarır. Göklerin ve yerin ağırlığını çekemeyeceği o Saat, ansızın size gelecektir.” Bu ayetlerin iniş nedeni olarak iki rivayet kabul görmüştür. Birinde Yahudilerden birileri gelir, kıyametin saatini bildiklerini, eğer o da bilirse ona inanacaklarını, bilemezse onu yalanlayacaklarını söylerler. Diğerinde de Kureyş’ten birileri gelir, akraba olduklarını bu nedenle de onlara kıyamet saatini söylemesini isterler.

Muhammed peygamberden, kendini şu sözlerle tanımlaması istenir:

“De ki: ‘Allah dilemedikçe ben kendime bir fayda ve zarar vermeye sahip değilim. Eğer görünmeyeni bilseydim daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben ancak, inanacak bir ulusu / kavmi uyaran ve müjdeleyen biriyim.”

İnsanın yaratılışı ve karakter yapısı şu ifadelerle verilir: “Sizi tek bir özden yaratan ve kendisiyle huzur bulacağı eşini de ondan var eden O’dur. Eşine sarılınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve onu taşıdı. Yükü ağırlaşınca, ikisi, Rableri Allah’a: ‘Bize sağlıklı birini verirsen, andolsun, şükredenlerden oluruz’ diye yalvardılar. Allah, onlara sağlıklı birini verince, kendilerine verdiği şeyde Allah’a ortaklar koştular.”

Yaratan ile yaratılan arasındaki hesaplaşma, meydan okuma ve pazarlık bitmeyecek gibi görünmektedir.

 “Kendileri yaratılmış olan ve bir şey yaratamayanı mı ortak koşuyorlar?” ifadesinden sonra onların yardım edecek güçte olmadıkları, kendilerine bile yardım edemedikleri, belirtilir ve sorulur: “Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var ya da görecek gözleri mi var veya işitecek kulakları mı var?” Ardından Ben meydan okur: “Ortaklarınızı çağırın, sonra bana tuzak kurun ve bana göz açtırmayın.”

Göklerde olduğu var sayılan bir yüce kavramla yerdeki insan yapısı bir put arasındaki bu çekişmenin nasıl bir anlamı olabilir?

Ben’in ifadelerini pekiştiren Muhammed peygambere “Sen, bağışlama yolunu tut. Doğru olanı söyle! Densizlere aldırış etme! … Eğer şeytan seni bir dürtüş dürterse, Allah’a sığın,” denir.

Devamla: “Onlara bir ayet getirmediğin zaman, ‘Sen bir tane derleseydin ya,’ derler. De ki: ‘Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım. Bu kitap Rabbinizden gelen, göz açıcı belgeler olup, inanmış bir ulusa yol gösterme ve rahmettir.”

Son üç ayete göre de acınmış olmak için Kur’an okunduğu zaman ona kulak verilmeli ve susulmalıdır. Vahyi anlamadan dinleyenler için de bu geçerli midir? Rab “korkarak ve yalvararak, alçak sesle” sabah akşam anılmalıdır ve “Rabbinin katında olanlar, ona kulluk etmekte büyüklenmezler. O’nu arı tutarlar ve O’na secde ederler.”

Çoğunlukla Yahudi kavimlerini, kişilerini ve hikâyelerini anlatan A’raf suresi 206 ayettir ve burada sonlanmıştır. Çalışmamız devam edecektir.

Canan Murtezaoğlu


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir