İslam dünyası hâlâ üflüyor
Mekkî surelerle ilgili başlattığımız yazı dizisinin beşincisindeyiz. İlk on beş sure içinde, aklın yolunu gösteren; okumak, yazmak, uyarmak, zihni arındırmak ve düşünmek gibi eylemler için hatırlatma yapıldığını ancak yine bu ilk on beş surede, inkârcılara karşı Rab ya da Biz kavramının yer yer ağır tehditlerde bulunduğunu bilmekteyiz. Vatandaş okuması yaparak kaldığımız yerden devam edelim.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre on altıncı sure Kâfirun’dur. (İnkârcılar) Surenin iniş nedeni, Kureyş ileri gelenlerinin Muhammed peygamberle pazarlık yapmaları; “sen, gel bizim dinimize tâbi ol, biz de senin dinine tâbi olalım; bir sene sen bizim mabutlarımıza ibadet edersin, bir sene de biz senin mabuduna ibadet ederiz,” demeleridir. Bunun üzerine “De ki:” ifadesi ile başlayan sure inmiş, Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğu toplumuna hatırlatılmıştır. Kaynak aldığımız rivayet zincirine göre bu ifade, ilk kez bu surede kullanılmıştır. İnkâr edenlerle Elçi Muhammed arasındaki inanç (tapma/ibadet etme) ayrımını netleştiren sure; din adına her türlü tartışmayı bitirebilecek “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (6. ayet) cümlesiyle son bulur; herkesin hesabı kendinedir.
Surenin son ayetinin hayata geçmesinin bir örneği de Hz. Muhammed tarafından hazırlanan ve Medine site devletinde yaşayan Müslümanlar, Yahudiler, müşrik Araplar ve Hristiyanlarla yapılan 47 maddelik Medine Antlaşması’dır. Bu antlaşmaya taraf olan her grup kendi inancını rahatça yaşayabilme garantisi altında olmuştur. Ancak kendilerini İslam Cumhuriyeti olarak tanımlayan rejimlerde din adına dayatma hâlâ sürmektedir; inançta seçme hakkı tanınmaz. İran ve Afganistan iki önemli örnektir. Burada şunu da belirtelim: Atatürk’ün kurduğu ve laik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nde din ve vicdan özgürlüğü Anayasa (m.24) ile güvence altındadır. Dinin her türlü çıkar hesaplarından uzak tutulması ve siyasete âlet edilmemesi ise laikliğin esaslarındandır; tabi uygulanabilirse!
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre on yedinci sure “Fil” dir. Surede geçen göksel kavram Rab’dır ve hitap Muhammed peygamberedir. İslam kaynaklarına göre Habeşistan’ın Yemen valiliğini yürüten Ebrehe San’a’da Kulleys adlı eşi benzeri görülmemiş bir kilise yaptırmış ve dindaşı Bizans İmparatoru da kendisine mermer, mozaik gibi malzemeler ve de ustalar göndererek yardımcı olmuştur. Ebrehe’nin amacı, “Arabın haccını” Kulleys’e çevirmektir ve Hristiyanlığın yayılmasında engel gördüğü Kâbe’yi yıkmak için fillerin de eşlik ettiği ordusuyla Mekke üzerine yürür. Mekke’nin yönetimi Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalip’in sorumluluğundadır. Ebrehe, bir elçi yollayarak savaşmaya gelmediğini, yalnızca Kâbe’yi yıkmak istediğini, engel olunmadığı takdirde de kendilerine dokunulmayacağını bildirir. Ancak ordu ve filler, aniden ortaya çıkan sürü sürü kuşların (ebabil) saldırısına uğrayacak ve Ebrehe amacına ulaşamayacaktır. Kuşların, ordunun üstüne bıraktığı ve askerleri “yenik ekin yaprağı” na çeviren bu “ateşten çıkmış taşlar / çamurdan sertleşmiş taşlar” ın, yani katı, sert anlamına gelen “siccil” kelimesinin ise ne olduğu henüz anlaşılmış değildir.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre on sekizinci sure “Felak” tır. (Karanlığı Yarma / Yarmak, Birdenbire Çatlatıp Ayırmak / Sabah /Tan Yeri) Surede geçen göksel kavram Rab’dır ve yine “De ki” ifadesiyle Peygamber’e hitap edilir. Ana tema, din diliyle şer yani kötülüktür ve Peygamber’den; kıskananın / haset edenin, düğümlere üfleyen büyücülerin, şiddetli karanlığın, yaratılanların kötülüğünden / şerrinden “ağaran sabahın Rabbine” sığınması istenir. Tefsirlerdeki bir rivayete göre; Kureyşliler Muhammed’e göz değdirmek için yanına gitmiş ve “ne sağlam pazun var, ne kuvvetli sırtın var, ne güzel yüzün var” demişler ve bunun üzerine Felak ve Nas sureleri inmiştir.
Diğer bir rivayete göre; Muhammed peygambere, kuyuya atılan bazı nesnelerle (tarağı, iğneler saplanmış balmumundan şekli, üzerine düğümler atılmış yay kirişi) büyü yapılınca hastalanmış ve iyileşmesi için Cebrail, Felak ve Nas surelerini getirmiştir. Baştaki Kalem suresinde yer alan; “deli değilsin / cin tasallutuna uğramış değilsin” ifadeleri ile yukarıdaki olaylar nasıl bağdaşacaktır? Zaten bazı tefsirciler, sihirden etkilenmeyi peygamberlikle (nübüvvet) bağdaştıramamıştır. Ayrıca, sahabe ve ilk dönem müfessir, muhaddis ve fâkihlerinden olan İbn Mesud’un (M.S. 594-650), Kur’an’ın toplanmasına kadar bu iki surenin Kur’an’dan olduğuna vakıf bulunmadığına dair rivayet de vardır. Düğümlere üfleme konusunda tarih boyunca olduğu gibi o gün de kadınların hedefte olduğunu belirtelim ve Muhammed peygamber tarafından uygulandığı eşi Ayşe tarafından rivayet edilen “rukye” konusuna da değinelim. Rukye, hastalık ve kötülüklerden korunmak veya kurtulmak amacıyla dua okuyup üflemektir. Bir rivayete dayanarak İslam dünyası 1400 yıldır üflemeye devam ediyor; ölülere üflüyor, dirilere üflüyor, hazır hatim deyip boş şişelere üflüyor (alıcı da buluyor) sınav öncesi suya üfleyip çocuğuna içiriyor ya da şekere, pirince üfleyip yutturuyor!
Bu zihniyetin devamı olan, üfürerek özenle kat kat sarılan muska konusunu da yakın tarihimizden hazin bir örnekle verelim., Sarıkamış Harekâtı’nda; “Ordu için halktan da destek istenmiş, ihtiyaç duyulacak ne varsa toplanmıştır; ancak askerin yeterli donanıma sahip olmadığı ortadadır. Enver Paşa ise daha önce uyguladığı yöntemi tekrarlar. Moralleri düzeltmek için askere, ‘matbu kurşun geçmez muska’ dağıttırır. … Albay Hafız Hakkı, Enver Paşa’ya şu raporu yollar: “Yürüyüşe geçeceğim ve düşmanı Allah’ın izniyle perişan edeceğim.” Harekât; şerde yarışan iki Saray damadının, hırstan kararmış kibirli, bağnaz ruhları, bilinç ve bilgi yoksunu emirleri nedeniyle facia ile sonlanacak, matbu muskalar kurtarmayacaktır. Sadece iki hafta içinde binlerce askerimiz ormanlarda, dağlarda donarak şehit olacaktır.
Atatürk, “hâkimiyet düşkünü, maceraperest biri” olarak nitelendirdiği Enver Paşa için “Başkumandan Vekili her hareketinde bir ordu mahvederdi; Sarıkamış’ta olduğu gibi,” demiştir. (Tülay-Hergünlü-Canan Murtezaoğlu; Hiçbir Şey Bitmedi, Cinius 2024, s. 28)
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre on dokuzuncu sure “Nas” tır. (İnsanlar / İnsanlık) Bir önceki surede olduğu gibi burada da geçen göksel kavram Rab’dır, “De ki” ifadesiyle Peygamber’e hitap edilir ve ondan, insanların göğüslerine fısıldayan sinsi vesvesecinin kötülüğünden / şerrinden insanların hükümdarına, ilahına ve Rab’bine sığınması istenir. Burada da vesveseden etkilenmenin peygamberlikle nasıl bağdaşabileceğini sorabiliriz çünkü yavaş fısıltı yapmak gibi gizli ses anlamına gelen vesvese; yanlış anlayış, aldanış, kararsızlık, şüphecilik gibi anlamlar da içerir. Bu vesvese cinlerden ve insanlardan gelebilir. Gözle görülemeyen varlık anlamındaki cin, sadece İbrahimi dinlerde değil antik birçok din ve inanışta da bilinmektedir. İslam öncesinde Araplar cinlerle iletişime geçilebileceğine inanmaktadır yani toplum cin konusuna yabancı değildir. Bu nedenle Kur’an’da, elçi Muhammed’in “mecnun” olmadığı vurgulanır. Delilik anlamına gelen “cünûn” ve mecnûn” kelimelerinin Arapça “cinn” kelimesinden türediğini belirtelim.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre yirminci sure “İhlas” tır. (Özlük / Samimi Olmak) Surede geçen göksel kavram Allah’tır ve Allah’ın tek olduğu (Ahad, Vahid), bütün varlıkların ona muhtaç olduğu ama O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığı (Samed), doğurmadığı, doğurulmadığı ve O’na bir denk olmadığı anlatılır.
Doç. Dr. Mustafa Baş’ın, “Hicaz Yahudileri” adlı değerli çalışmasına göre birçok ayetin vahiy nedeni, Hz. Muhammed’in yaşadığı çevredeki Yahudilerle yaptığı sohbetler sırasındaki tartışmalara dayanmaktadır ve bu durum çeşitli kaynaklarda verilmiştir. İhlas suresinin iniş nedeni de bu şekildedir ve iki rivayet vardır. Birine göre bir grup Yahudi “bütün yaratılmışları Allah yarattı ise Allah’ı kim yarattı,” diye sorar. Muhammed peygamber bu soru karşısında şiddetle kızınca Cebrail onu sakinleştirir, Allah’ın cevap verdiğini söyler ve böylece Peygamber de ayetleri okur.
Bir diğer nakle göre bir grup Nasara yani Hristiyan, Rabbini bize tarif et, vasıflarını sırala deyince Muhammed peygamber Vahid ve Samed olduğunu belirtir ve “Meryem gibi doğurmuş değil, İsa gibi doğurulmuş da değil” ifadesini kullanır. Bu benzetmeyi yapmasındaki amaç Hristiyan gruba kendi dinleri ile örnek vermek midir? Mustafa Baş’ın şu notunu da paylaşalım: “Hicaz bölgesinin tarihî geçmişini ortaya çıkarabilecek temel ilmî belge ve kayıtlar yok denecek kadar azdır. Bu bölge ile ilgili bilgiler, İslam’ın hemen öncesinde veya İslam ve Cahiliye dönemini beraber yaşayan ravilerin naklettiği bilgilere dayanmaktadır.”
İnanmak ya da inanmamak kişinin kendi iradesiyle, vicdanıyla olmalıdır. Rivayet de olsalar, “dayatma” noktasına gelinmediği sürece her türlü inanca, düşünceye, duyguya ve yoruma saygı duyulmalıdır.
Devam edecek…
Canan Murtezaoğlu