Dünün piramitleri, bugünün sarayları
“…En büyük isteğim Mısır piramitlerini görmekti… Mısır’a ayak atar atmaz hemen dünyanın yedi harikasından biri olan Piramitlere koştum… Beş bin yıl önce, köleler, ortalama iki ton ağırlığında sekiz milyon adet büyük kaya parçasını Esvan’dan Kahire’ye getirdiler. Bunlardan dünyanın harikaları arasında yer alan altısı küçük, üçü büyük toplam dokuz piramit inşa ettiler! Beş bin yıl önce, firavunları ve kraliçelerini içinde defnetmek için sekiz yüz milyon kaya parçasını, dokuz yüz seksen kilometrelik mesafeden Kahire’ye getirdiler, üst üste ördüler ve Piramitleri inşa ettiler!
…
Bu muazzam hadise, bu şaheser karşısında dehşete kapılmışım! Bir de ne göreyim, 400-500 metrelik mesafede birbirine karışmış, üst üste yığılmış kayalar duruyor… Kılavuza; kimlerin mezarı, diye sordum. O da; ‘Bu piramitleri inşa edenlerin mezarları…’ diye cevap verdi ve ekledi: ‘Ortalama yüz otuz yıl boyunca her gün bin köle bu muazzam büyüklükteki kayaları bin kilometrelik mesafeden buraya taşıyordu. Her gün yüzlerce köle bu ağır yükün altında can veriyordu.
Kölelik sistemi…
Çok dindar olan, ruhun ölmediğine ve ölümden sonraki hayata şiddetle inanan Firavun, onları kabrinin yakınına defnetmelerini emretti. Zira bunlar nasıl ki dünya hayatında onun hizmetçiliğini yapıp bedenlerini ona hizmete adadılarsa, ölümden sonra da ruhlarını ona hizmete adamalı ve Piramitlerinin bekçisi olmalıydılar!”
Yukarıdaki satırları Ali Şeriati’nin* “Dine Karşı Din”** isimli kitabından aldım. Şeriati, Mısır piramitlerine yaptığı bir gezide gördüğü köle mezarlarından etkilenerek bu satırları kaleme almış. Gezisinin sonunda ise, beş bin yıl önce piramitlerin yapımında ölen işçilere hitaben bir de mektup yazmış. Bu mektuptan bazı paragraf ve satırları kısaltarak aşağıda paylaşıyorum.
Günümüzde şekil değiştiren modern kölelik düzenine ayna tutması ve elbette ibret alınması için…
“…Fakat kardeşim! Sen gittikten sonra yine sırtımızda ve omzumuzda büyük kayalar taşıdık. Ancak bu defa mezarları için değil, köşkleri ve sarayları için. Zira artık ehemmiyet vermiyorlardı. Yeryüzünün çeşitli yerlerinde yükselen, harçları bizim etimiz ve kanımızla yoğrulmuş görkemli saraylar…
Kardeşim! Sen o büyük anıt mezarların kurbanı oldun, ben ise bu görkemli sarayların…
Bizi köleleştirip bedavaya çalıştıran Firavun ve Karunlara ek olarak bu peygamberlerin varisleri adıyla başka bir kesimin de ansızın baş kaldırdığını gördük. Resmi din adamları.
Filistin’den İran’a kadar, Mısır’dan Çin’e kadar, toplumun ve medeniyetin olduğu her yerde bu muazzam piramitlerin ve sarayların yanında artık çok görkemli mabetler için de taş taşımamız gerekiyordu.
Sen bilmiyorsun kardeşim! Bütün mabetlerin bizim masum çocuklarımızın kanları üzerinde yükseldiğini bilmiyorsun. Biz binlerce yıl, senden ve senin kaderinden daha zavallı, daha perişan bir halde anıt mezarlar, saraylar ve mabetler inşa ettik. Firavunlar ve Karunlarla birlikte ilahlar ve bu ilahların varisleri de canımıza okumaya devam ettiler!
Mabetleri inşa etmek için bedava çalıştırıldık. Roma’nın görkemli saraylarının tümünü ve Çin’in büyük mabetlerinin tamamını inşa ettik ve öldük!
Fakat ey kardeşim! Ansızın bir adamın dağdan indiğini ve bir mabedin yanında şöyle feryat ettiğini haber aldım:
‘Ben Allah tarafından gönderilen bir elçiyim!’
İnandım ve iman ettim. Zira onun sarayı çamurdan yapılmış birkaç odadan ibaretti ki burası inşa edilirken kendisi de herkes gibi buraya çamur ve toprak taşıdı. Tahtı ise hurma yaprakları ile donatılmış birkaç tahtadan oluşmaktaydı!
Fakat nasıl desem ey kardeşim! Ansızın gördüm ki yine muazzam ve görkemli mabetler bu defa onun adına yükselmeye başladı, yine üzerlerinde cihat yazılı olan kılıçlar bize çekildi ve yine bizim yağmalanan mallarımızla beytülmalin kasası doldu.”
***
Kitabı okurken, gazetelerde, tek kadehi bir işçinin asgari ücretine, klozet bedelinin, dokuz işçinin maaşına eşit olduğu Saray’ın yapımında çalıştırılan işçi ordusunu gösteren fotoğraf aklıma geldi. Sadece Saray’da değil, madencilerin cansız bedenlerinin üzerinde yükselen lüks yaşamlarda, işçilerin ruhlarının gezindiği gökdelenlerde, günümüzün görkemli camilerinde, Osmanlı padişahlarının saraylarında, köşklerinde, Selâtin camilerinde; kısaca geçmişten günümüze sergilenen lüks yaşamların içinde, kaç kölenin kanı ve canı yitip gitti diye sormaktan kendimi alamadım…
Kitabı bitirdikten sonra şu soruları sordum:
İslam, köleliği yasaklamamış mıydı?
O halde adına “asgari ücret” ve “taşeron sistemi” denilen zulüm, kimlerin eseri?
Bugün Pandemi nedeniyle işini kaybeden insanları asgari ücrete bile razı eden sistem, kimlerin sistemi?
Kimler kredi kartlarını cebimize koyup bizleri küresel bankalara köle/borçlu durumuna getirdi?
Kimler aşımıza, işimize, kazancımıza göz dikti?
Kimler ülke kaynaklarını talan edip zenginleşirken, bizleri fakirleştirdi?
Firavunlardan bugüne ne değişti?
Kendimize de soralım;
“Özgürlük benim karakterimdir” diyen Mustafa Kemal Atatürk gibi bir lidere sahip olan Türk Milleti, ne oldu da küresel sermayelerin, kuyrukları emperyal devletlere bağlı siyasilerin kölesi haline geldi?
Yazgımızı kendi avucumuza almak için ne yaptık?
Tülay Hergünlü – SMMM
Yararlanılan Kaynaklar:
* Ali Şeriati (1933-1977) İranlı Müslümandır. Özellikle din sosyolojisi ve çağdaş İslam düşüncesi üzerine eserler vermiştir.
**“Evet, Öyleydi Kardeşim…” başlıklı bölüm, s.176-193