Çamaşırcımız Makbule Hanım
“Merhamet, cömertlik gibi yaklaşımları olabildiğince salıp baskıdan arınmış bir yaşam sürmek varken ayrımcılığa ne gerek var?” diyen Dilek Kent’in kaleminden çamaşırcı Makbule Hanım’ı okuyalım.
Tasarrufun her aklı başında insan için zorunlu olduğu 40’lı yıllarda aklına estiği gibi ne banyo yapılır ne de çamaşır yıkanırdı. Otomatik çamaşır makinası şöyle dursun, merdaneli olanların dahi parmakla gösterildiği Erenköy’de, gündeliğe giden kadınların bir günde 25 hatta 30 çarşaf yıkaması sıradan bir olaydı…
Annemin çamaşırcısı Margaro Parsaro, Rum’du. Bir Türk’le evli olması sebebiyle mi yoksa gündelik kaçırma korkusuyla mı bilinmez Makbule ismi altında sürdürmüştü yaşamını. Tutucu dindarlardan çekinmiş olması bir yana din değiştirmiş olması da pekala mümkün!
İfadesini yitirmiş gözleri, buruşmuş yüzü, çatlak yorgun sesinin içinde gökyüzüne doğru âdeta fışkıran coşkulu kahkahasıyla Makbule Hanım dün gibi gözümün önünde… Eşini kaybedince, çocuğu da olmadığı için iyice yalnız kalmış, son yıllarını Fırın sokağın demiryoluna yakın olan kısmında, yüksek duvarlarla çevrili bir avluda kendisi gibi yoksul insanlarla birlikte geçirmişti…. Çamaşırların yaz kış bahçede yıkandığı, çoğu işsiz olan erkeklerin gevezelikle vakit öldürdüğü, bir iki odadan ibaret barınakların yuva diye kullanıldığı, her şeyin ister istemez paylaşıldığı bir yerde…
Makbule Hanım, çalışabildiği yıllarda komşularına göre çok daha şanslı bir konumda idi… Banyo sobasından gün boyu sıcak su aktığı için, evinde olduğu gibi bir uğraş vermesi gerekmez, kocaman bir leğenin yanı başındaki alçak tabureye oturmasıyla birlikte o günkü mesai başlamış olurdu. Yaşadığı kulübenin duvar yüksekliğine yakın bir kirli yığını başlangıçta cesaretini kıracak gibi olsa da çabucak toparlanırdı; kendisininkileri de yıkayabilecek olması çok önemliydi yaşlı kadın için.
Zengin bir öğlen yemeğinin hayaliyle dağ gibi çamaşırları ara vermeden çitiler, sıkar, günün ilerleyen saatlerinde elleri kızarır, nem ciğerlerine dolar ama o azmini besleyecek bir düş bulmakta hiç zorlanmazdı. İkindi çayı, iş çıkışı eline tutuşturulan yiyecek filesi…
Anneannemlerde olduğu günlerde, nazlanmadan duramaz; “Büyük haniiim, büyük haniiim! Kahven yok mu kahven?” diye seslendikten sonra paytak adımlarla oturma odasına geçerdi. Makbule Hanım, şişmiş parmaklarıyla fincanın küçücük kulpunu zorlukla yakalar, dökmemek için iki elini birden kullanır, biraz sohbet, biraz dedikodu derken iyice gevşerdi….
İstismar etmeyi düşünmeyen bir yapısı vardı, Makbule Hanım’ın. Annemin onca ısrarına rağmen, haftada bir kez uğrardı, sadece… Annem, onun yardımcı kadının izinli olduğu günlerde gelmesini tercih ederdi. Kalorifersiz bir evin poyraza bakan mutfağında, iki üç saat arayla yemek ısıtmak için zorlansa da yumuşaklığın merhametin ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünür, Zehra Hanım’ın kimsesiz bir kadına üstünlük taslamasından ve sert hareketlerle sofraya yemek koymasından hiç hoşlanmazdı. Konuğumuz zili çalmak yerine, taş zemin üzerindeki baston darbelerine sesini ekler, giriş kapısının buzlu camına vuran siyahımsı siluetiyle buyur edilmeyi beklerdi…
Bir öğleden sonra, öğle yemeğinin ardından kahvesini içmekte olan konuğumuza acayip bir canlılık gelmiş, sandalyesinin üzerinde sallanmaya başlamıştı. Bir öne bir arkaya. Bir öne bir arkaya. Sonu gelmeyecekmiş gibi görünen bir neşe kriziyle çırpınıyor, kahkahalarının ardı arkası gelmiyordu… Dakikalar geçip de yaşlı kadının davranışlarında bir değişiklik görmeyince elindeki boşalmış fincanı usulca alıp masaya koymuştum… Sıcak bir oda, leziz yemekler, üstüne üstlük ev sahiplerinin içtenliği bir iki sözcükle geçiştirilecek şeyler değildi onun için. Sıradan açıklamalarla yetinmediğini, kendisini bütünüyle ifade etmekte zorlandığını anlamıştık. Böylesi hazlara alışık olmayan bedeni sakinleşirken gözyaşlarına boğulmuş, cebinden yüzü gibi buruşuk, kar gibi beyaz bir mendil çıkarmış ama öylesine kalakalmış; bize verebileceği tek armağanı yok etmek istememişti.
Dilek Kent
Yararlanılan Kaynak:
Dilek Kent; Erenköy’de Duvarlar, Cinius yayınları, s. 163-166