İnsan dininin serüveni; laiklik
Antropologlar, varoluşumuzun, iki sürecin ana başlığı ile tarih sahnesinde gözüktüğünü belirtir: Avcı insan ve toprak insanı. Avcı insan, bireysel yaşam koşullarını genelde bağımsız bir yöntemle sürdürdü. Fakat zamanla, beslenme zorunlulukları toprağa bağlı yaşam biçimini ve yeni karmaşık ve çok yönlü ilişkilere yöneltti. Tarımsal üretim hem beslenme hem de barınma ve korunma düzenlerine yol açtı. Neyi nasıl yapmak akıllı Homo Sapiens’in genetik kodlarında vardı. Bu, âlet yapmak ve kullanmak maddesel becerisi, bilinmeyen güçlere sevgi ve saygıyı da beraberinde getirdi. İnsan yönetimi çeşitlendikçe yönetenler diye bir amirlik olgusu kabul gördü… Ama yaşanarak fark edilen en önemli sıfat, sürdürebilirliği sağlayanın sevgi ve adaletin olduğu akıllara yerleşerek hep canlı kalmasıdır…
Tarihin durmayan akıntısı kentsel modellere ve devamında devlet düzenini oluşturunca, bu temel parametreler yanında, yeni gelişmiş anlayışlar oluşmaya başladı. İlk kurallı kent yönetimleri Sümer ortamında gözüktü ama bunu yeni terminolojileri ile Yunan kent devletleri kurumsallaştırdı. Yunan kent devletleri zenginleştikçe siyasal oluşumlar tiranlık, oligarşi, diktatörlük, demokrasi adları ile kendi hukuklarını da yaratarak, ilk meclis ve temsil olanaklarını tarihe tanıttılar. Bu siyasal yapıların hukuk düzeni; aile, borç, ceza, seçim, miras, ticari ilişkiler ve insan haklarını kapsayarak zamanla olgunlaştı. Daha sonra Roma hukuku Codex’ler olarak yazılı hukuka geçti ve günümüz hukukunun özünü yarattı.
En küçük toplumdan en çaplı kent veya devlete kadar değişmeyen iki özne vardır: Sivil yaşam ve dinsel yaşam. İncelediğim mitolojik tarihin öğelerinde ve de güncel yaşamın olguları, insanların, eserlerinde sivil yaşamın sürekliliği için mavi mürekkep kullanıp yazarken, dinsel yaşam ise anekdotlarını kılıçtan damlayan kanla yazmıştır. Mavi ve kırmızının mücadelesi yıkımlarla sonuçlandıkça toplumlar uzun vadeli, güvenli, sürdürülebilir ve de üretken bir günlük yaşam için tarafların saygı duyacakları bir hukuk düzenine gereksinme duyduklarını gözlemlediler. Yönetim erkinin nimetlerinden faydalanan azınlıkların, her türlü Makyavelist yöntemleri kullanarak iktidarı sürdürmek istemeleri gerçekçi ama sürdürülebilir değildir. Aşırı savunma gücü gerektiren sivil veya dinsel despotizm, yoksulluğun birinci derecede ve doğal âfetlerden de önemli nedenidir.
Süreci gözlemek için buyurun tarih nehrimizde beraberce kürek çekelim. Daha önceki bir yazımda (Yönetsel diyalektik; pazu gücü, ikna gücü; Vatandaş Okuması, 14.04.2024) kent yaşamının, demokrasi ve tiranlık sürecini Yunan modeli ile ayrıntılı olarak vermiştim, burada tekrara sapmadan bir ayrıcalıklı ışığın oluşum ve tarihsel akışını sizlerle paylaşmak istiyorum.
M.Ö. 8/7. yüzyılda özellikle Atina’da başlayan demokrasi hareketi hem tiranlığa karşı insanlığa bir medeniyet merdiveni oluşturdu hem de yazımın girişinde özellikle vurguladığım “sivil yaşam, dinsel yaşam” sözüne bir denge öğesi sağladı. Bu öğe “laik” sözü idi. Eski Yunan da laikos terimi ile “din adamı olmayan kimse, din adamı dışında kalan halk” “tanımı yaparak aslında kendi yaşam erkine aynen demokrasi gibi yeni bir merdiveni çatıyordu. Bu terim Roma hukukunda din yapılanması için “clerici” din dışı yapılanma için “laici” olarak tanımlanmıştır. Din olgusunun çok tanrılı veya tek tanrılı oluşumları yalnızca renk, biçim, içerik, iman, ibadet anlayışları farkı gösterirler. Hepsinin ortak kabulü clerici yani bir sezgisel erke dayanarak, biat kültü yaratmak ve seçeneksiz bir yaşam için kendi şeriatını oluşturmaktır. İlginçtir Sümer, Pers, Yunan, Roma tapınak oluşumları, Kudüs, Vatikan, Mekke özde aynı sözde farklılık gösterir. İnsanlık bazen sussa da yine ana tanrıçadan miras sevgi ve adalet’i hep özünde korudu, berkitti, çoğalttı ve ona dayanarak, onun özlemi ile yüzyıllarca aklın mavi mürekkebi ile yol yürüdü. Yunan kent devletleri, M.Ö. 5/4 yüzyıllardan, Büyük İskender’in insanlığın yolunu karıştıran emperyal oluşumuna kadar tarihe ışık tutacak devlet adamlarını, tarih, tiyatro, destan yazarlarını bize bıraktı. Roma Cumhuriyeti beş yüzyıllık Cumhuriyet erdeminden bu Yunan kültürü ile ilerledi ama kılıç mürekkebi devirince yeni bir acımasız model dünyaya sunuldu: Tanrısal Yöneticiler. Yüzyıllarca insanlar, papalar, halifeler, imparatorlar, krallar, çarlar adı altında tanrısallık metaforu ile aslında kılıç paranoyası ile bekleme odasına tutuldular. Dünyaya 4. yüzyılda hükmeden Paxa Romana, Hristiyanlık tarafından içeriden çürüten, sözde masum ama amaçta emperiyal yayılımı ile antikçağın bütün değerleri her yönü ile çöküntüye uğradı. Batı toplumları yönetsel bir boşluğa düştüler. 13. yüzyıla kadar bin yıl sürecek bu çürüme, iç Asya, Mezopotamya ve Ortadoğu’da oluşan yeni güçlerle Türk, Arap, Farisi, Hint ve İslam yapılanması ile yeni bir boyut kazandı.
Hristiyanlığın bazı mezheplerinin Aryan, Nasturi, Süryaniler aracılığı ile eski Yunan’ın filozofları Aristo ve Platon ve de zamanla Philon, PLotinos’un kitapları, Çin sınırından Endülüs’e kadar yeni bir anlayışı ve yorumu Farabi, İbn Sina, Harezmi, Razi, İbn Rüşd ile közlenen ateşi yavaşça canlandırmaya başladı.
Artık bin yıldır kilise, manastır mahzenlerinde saklanan Aristo, Platon’un Yunan demokrasi dünyasının bilgileri, öngörüleri ve pratikleri gerek Hristiyan aydınların ziyareti gerekse Haçlı Seferlerinin olanakları ile batıda yeniden doğuşa yol açtı. Bu tarihsel süreç; milli devlet oluşum ve yapılanması, insan hakları, kamu ve özel hukuk, aile hukuku, yasama, yargılama ve yönetim erkinin kullanımlarının çoraklaşmış topraklarında çiçeklerin açmasına neden oldu. Bu oluşumlarla ilgili Asya, Ortadoğu ve Afrika toplumlarının tarihsel referans alabilecekleri entelektüel bir alt yapı, geçmişleri olmadığından M.S. 800’lerden M.S. 1200’lere dört asır sürdü ama mum gibi dibine ışık veremedi. Batıya Platon’un mağara modeli gibi gölgelerle ilham verdi.
Evet aziz okuyucu, insan beklenmeyeni yapma becerisi ve de ilhamını bilgi birikimi ile destekleyerek çözüm yaratan bir güç. Şimdi nehir teknemizi, yüzyıllardır tarihin dakika dakika yazıldığı koca Asya ve Avrupa’dan çıkarıp Britanya adasında Londra’ya yanaştıralım. Jules Sezar’ın Galya seferi kitabından, M.Ö. 40’lı yıllarda Britanya adasını fethettiğini, ada sakinlerinin bataklık ortamında yarı çıplak ve bedenlerinde mavi beyaz boyaları ile gelişmemiş insanlar olduklarını öğreniyoruz. Bu insanlar Roma medeniyetinde yaşayarak, her yönü ile toplumsal ilerlemeler sağlayarak tarihin insanlık için en önemli işini başardılar. Tanrısal gölge formatından sıkılan ve hak arayışına giren aristokratlar İngiltere kralı Yurtsuz John’la M.S. 1215’te Magna Carta’yı imzaladılar. Bu sözleşme, vergi, görev, ceza gibi durumlarda keyfi tutumla karar alınamayacağını tarihe kayıt düştü. Asıl tarihsel viraj, tanrısal erkin, insan erki ile ilk defa eşitlenmiş olmasıdır. Yazımızın devamında bu sözleşmenin nasıl kartopu etkisi yaparak clerici (dinsel) ve laici (seküler) kavgasında yer bulacağını göreceğiz.
İngiliz toplumu, Magna Carta’dan gelen örnekle 13. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar öz bütçe yönetimi olan parlamentoda feodal yapı ile kral arasında artan güçleri dengeleme mücadelesi verdi. Giderek, bu feodal meclis yapısına, esnaf, din adamları, çiftçiler, tüccarlar da katıldı. 1640’lı yıllara gelindiğinde kral I. Charles, bu kısmen liberal ve demokratik kazanımları yok etme politikalarına yönelince General Cromwell taraftarlarının mücadelesi sonucu yenildi, 1649’da kafası kesildi ve İngiltere cumhuriyete döndü. Fakat Cromwell’in her konuda din ağırlıklı yorumlarla yönetme zorlamaları, kendilerine Tesviyeciler adını veren John Lilburne, Richard Overton, William Walwyn, Thomas Prince’ın kurduğu grup ve taraftarları arasında mücadele başladı. Yayınladıkları bildiri yeni bir ışığın parlaması oldu: İnsan hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesi ve korunması, halkın egemenliği, yaygın oy hakkı, kanun önünde eşitlik, dinsel hoşgörü, özel mülkiyetin korunması, kilise devlet bağının koparılması, halkın ve parlamentonun teşkili, parlamento seçiminin düzenlenmesi, iktidarın güç ve yetkilerinin sınırlandırılması gibi bugün dahi ülkelerin çoğunda ulaşılamayan kavramları siyasete getirdiler.
Buna karşılık, 17. yüzyıldaki dünyanın haritasını incelerseniz, bu siyasal ve hukuki kavramların hemen hiçbirinin mutlakıyetle yönetilen yerlerde olmadığını göreceksiniz. Bu, insanlık adına çok acı bir durumdur. İngiltere siyasal yaşamı, bu aydınların girişimleri ve yeni politik ve hukuki kavramlarla parlamenter düzende giderek ilerlemeye başladı. Yeniden krallığa dönüldü ama demokrasi, insan hakları, kilise devlet ayrımı mesafe aldı ve 1688’de “Şanlı Devrim” denilen süreçte kral II. James tahttan indirildi ve Hollanda valisi III.William d’Orange kral oldu ve böylece İngiltere’de meşrutiyet başladı. Thomas Hobbes, John Locke gibi aydınların etkilediği bu Şanlı Devrim özünde; aklı önceleyen, tutkulara, tecrübeye, merhamete sempatiye ve empatiye dayanan bir “ahlak devrimidir.” İngiliz filozof John Locke “devlet sınırsız yetkilerle donatılmış bir aygıt değil, sınırlı yetkilere sahip ve amacı insanın doğal hakları olan hayat, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumakla görevlidir” der. Katolik dünyanın dar anlayışına karşın Anglikan kilisesinin toleransı giderek clerici/laici ayrımını devlet, kamu yönetimine yerleştirir.
Tarih nehrimizden çıkıp okyanusta yelken açıp yeni bir kıtaya, Amerika’ya gidiyoruz. Avrupalı göçmenler, siyasal baskıdan kaçmak, dinsel inanç özgürlüğü ve de 1620 /35 arasındaki büyük ekonomik krizden dolayı Amerika kıtasında koloniler kurdular. Buralarda İngiltere krallığının sömürgesi olarak 150 yıl yaşadılar. Fakat giderek artan yerleşme ve ana vatandaki siyasal özgürlüklerin etkileri ile burada da yeni yapılanmaya neden oldu. Sonunda İngiltere ile savaşlar yapıldı ve adına Amerikan devrimi denen 1776 tarihli İnsan Hakları Beyannamesi ile tarihsel bir sıçrama yapıldı. Amerikan devriminde sömürgeciliğe karşı özgürlük talebi esas olsa da asıl kopmaya neden olan Amerikan toplumunu ilgilendiren kararlarda kanunların meşrutiyetinin tartışmalı olmasıdır.
Amerikan devrimi “özgürlük tema” sından gelen bir aydınlanma sürecidir. Din konusunda İngiltere gibi, din kurumunu yıkmak girişimi yerine, oluşturulan çizgiler çerçevesinde din ve devletin seküler bir ortamda yaşaması sağlanmıştır. Alexander Hamilton, Thomas Jefferson, Benjamin Franklin, John Jay’in yazılarındaki geleneklere ve deneyimlere dayanan tedrici bir gelişmenin esas alınması Amerikan devrimine yol göstermiştir. Gerek İngiliz Şanlı Devrimi (1688) gerekse Amerikan Devrimi (1776) yakın bir toplumun zaten kaynamakta olan kazanına bol bol yanıcı malzeme taşımıştır. Fransız devrimi hem bu iki devrimin yaşadıklarından örnekler almış, yorumlamış ve kendi aydınlarının yorumları ile farklı bir kanalla tarih yazmıştır.
Sayın okuyucu okyanustan Seine nehrine girip uzaklarda devrim sıcaklığının gökyüzünü aydınlattığı Paris’e yaklaşıyoruz. Anglikan kültüründen sonra katı Katolik Fransa ortamındayız. 17. yüzyıl İngiltere’si yeni siyasal yapılanmalarla kıta Avrupa’sının başat ülkesi Fransa’yı etkilemektedir. Güneş kral, devlet benim diyen XVI. Lui’nin mutlakıyetinde; özgürlüklerde kısıtlı, ağır kilise ve devlet baskısı altında ama askeri güçte hem kıta hem de sömürgelerde mesafe almakta, ülke potansiyel ekonomik kazançlar elde etmekte, Fransız toplumu çok yönlü gelişim göstermektedir. Bunlardan en önemlisi ki Fransız kültür gelişimini etkileyecek olan Kardinal Richelieu’nün 1635 yılında Fransız Akademisini kurmasıdır. Kardinal, toplantılarına katıldığı 9 yazara bir akademi kurma izni vererek Fransızcayı geliştirme çabalarına başlangıç yapmıştır. Burada asıl amaç millî dili geliştirmek ve yazına destek olmaktır. Biz Türkler bunu ancak Atatürk’ün dehası ile Cumhuriyet’le beraber 1932’de TDK’yı kurarak Türkçeyi millî dil yapabildik. Bu ortam Montesquıeu, Voltaire, Jean Jacques Rousseau, Diderot gibi medeniyet ve haklar tarihine adını yazdıran düşünürleri tarihe hediye etmiştir. Bu düşünürler ve adı burada geçmeyenler 17. ve 18. yüzyılda yaşayarak 1789 Fransız Devrimi’nin fikir babaları ve düşün kaynağı olmuşlardır. Hatta Rus Ekim Devrimi ve Türk Devrimine de esin kaynağı bu devrimin sunduğu ürünlerdir.
Kayığımızı bağladık ve Paris kafelerinde kulak misafiriyiz. Bir adam konuşuyor, sorduk Montesquieu dediler. Kayıt aldım, diyor ki, Fransa Monarşi ile yönetilmemelidir. İktidarın yetkileri monarşide olduğu gibi tek bir elden yönetilmek yerine yasama, yürütme ve yargı organları arasında bölünmelidir. Bantı kapatıp 2024 yılını düşünüp ağlamaklı olduk. Çok etkilendik ve yürümeye devam edip kalabalık bir kafede konuşanın kim olduğu sorduk: Voltaire’ miş adı ! Ülkenin yönetim anlayışına ve kiliseye şiddetle saldırıyor ve çok kapsamlı ve de vurucu bir cümle kuruyor; yönetimlerin insan haklarına, bireysel tercihlere, farklılıklara saygı duyması ve bunları koruması gerektiğini söylüyor ve müthiş alkış alıyor. Bantı kapattım yine 2024’e gelip bu konularda nasıl hâlâ aramızda bu hakları benimsemeyenler olduğunu düşünüp utandım. Dostlarla bir iki sokak yürüyüp sesleri takip edip alkışlara yöneldik, biraz da heyecandan damağımız kurudu birer kadeh şarap söyledik. (Hakkımız, değil mi?) Ayakta alkışlanan Jean Jacques Rousseau imiş, hani okulda “Toplum Sözleşmesi” diye öğrendiğimiz eserin yazarı filozof. Niye alkış aldı dedik, anlattılar. “Yurttaş ortak benliği, halkı, devleti yaratan bir Toplum Sözleşmesi’nin tarafıdır ve buna dahil olmalıdır. Halk olmanın temelinde, halkın egemenliğinin olması gerekir. Yasaların olmadığı yerde devlet yoktur.”
Sevgili Atatürk boşuna “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” dememiş!
Ve yolumuza devam edip bir matbaanın önünden geçtik, yoğun bir çalışma ve yüklenen eserler var. Nedir diye sorduk, üstat Diderot ve D’Alembert’in hazırladığı Ansiklopedi’nin basım ve dağıtımı yapılıyor dediler. Sohbetimizde çok ilginç bir tarihsel ve hep arka planda kalan hatta İngiliz ve Amerikan devrimlerinde adı geçmeyen burjuva figürü ile karşılaştık. Bu Ansiklopedi ile ideolojik bir cephe oluşturarak, düzende savunulan değerlere özellikle kilise ve dine karşı gedikler açan bir mücadele başlamıştır. Burjuva, bu eser aracılığı ile üretici güçleri programına almayı düşünerek üretim tekniklerini esere işlettirmiştir. Diderot ve burjuva çevreleri dönemin ilerici güçleri olarak meşruti demokrasiyi, güçlerin ayrılığını ve de laikliği savunmuştur.
Evet biraz daha zaman gerekti ve ortam olgunlaştı, İngiliz ve Amerikan devrimlerine gözünü kapatan XVI. Lui ve aristokratlar ve de kilise erki siyasi basıncı arttırdılar. Aydın ve muhaliflere karşılık acımasız bir baskı uygulamaları sonucu 14 Temmuz 1789’da devrim yapılarak Bastille hapishanesi boşaltıldı. İhtilal, dünya tarihinde bir ilk olarak güçlenmiş burjuvanın öncülüğünde toplumsal tepki organize edilerek gerek saray ve aristokrasi gerekse kilise yönetimine karşı yapıldı. Fransız devriminin etkilendiği İngiliz ve Amerikan devrimlerinden farkı, kendi aydınlarının ve toplumsal yapısının özgürlük teması yanında iki eş değeri de bayrak yapması idi. Bunlar eşitlik ve kardeşliktir. Bu iki tema bundan sonraki dünya tarihinde baskı altındaki toplumlar için bir reçete gibi olacak bir “evrensel devrimin özüdür.”
Fransız devrimi gerek Voltaire gerekse Jean Jacques Rousseau’nun seküler, cumhuriyetçi eşitlik anlayışı ile kesin bir model oluşturması, Robespierre ve Jakobenlerin, ihtilali genel irade, toplum sözleşmesi ve sivil din yaklaşımı üzerine inşa etmelerine yol açtı. Diğer iki devrime göre Fransız Devrimi çok kanlı ve uzun sürmüştür. Tahminen saray erkânı, aristokratlar, din adamları ve muhtelif halk kesimlerinden 170 bin kişi ölmüş ve özellikle Fransız millî meclisi tarihte ilk defa aristokrasiyi ve kiliseyi yönetimden uzaklaştırarak cumhuriyeti kurmuştur. Katı bir laiklik anlayışı ihtilalin temel prensiplerinden olmuştur. Fransa’nın Katolik ortamında gelişen laiklik çekişmeleri en son 1905 yılında Sekülarizasyon Yasası ile din ve devlet işleri ayrılarak bitirildi. Atatürk’ümüz Türkiye Cumhuriyetini kurarken sizlere yukarda saydığım aydınların dünyasından, toplumların ağır travmalarla yeni ve ileri düzenler kurmasının süreçlerini çok iyi gözlemleyerek ve bir toplumun yaşamının iyileşerek ilerlemesini üç kritere bağlamıştır kanısındayım: Millî devlet olmak, egemenliğin kayıtsız şartsız halkta olması ve yaşam gurusu olarak dinin değil laikliğin esas alınması.
Atatürk devrimlerinde laiklik teması 1937’de kanunlaşarak Anayasa hukukumuzda yer alarak toplumsal yaşamımızın güvencesi olmuştur. Günümüzde, laiklik kavramını olgunlaştıran Henri Pena Ruiz adında bir Fransız Filozoftur. Halen yaşamaktadır. Şöyle der: “Laiklik, kanunların eşit davranma ilkesi ile inanışlar ve kültürler arasındaki farklılıklara beraber yaşam sürdürebilme olanağı verir.” Özellikle kadınlar için laiklik temel bir güvencedir. Ruiz bu nedenle “Tanrı ve Marianne” adlı bir kitap yazmıştır.
Sözlerimi Alman filozof ve düşün dünyasına yön veren İmmanuel Kant üstatla bitirmek isterim. Şöyle der: “Aydınlanma, kişinin, kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür. Bunun nedeni de aklın kendisinde değil fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak karalılığını ve yürekliliğini gösteremeyişinde aramalıdır.”
Aklını kendin kullanma cesaretini göster.
Aziz okuyucu,
uzun bir nehir yolculuğu yaptık, insanı ve yaşadıklarını anlatmaya çalıştık. Umarım günümüz Türkiye’si bu ağır tabloları bize yaşatmayan Atatürk çizgisi ile muasır medeniyetler yolunda mesafe alır.
Sevgi ile kalın.
M Cenap Murtezaoğlu
Tebrikler… Bir serüven böyle güzel anlatılır, yazılır…