Türkiye toprağı bir tarihsel emanet!
Aziz okuyucu,
Bu yazımızda; neden Türkiye hep çekişme, ele geçirilme, insan ve doğal kaynaklarına saldırı ile karşı karşıyadır ve bu emanetin savunması hangi süreçlerden geçmiş ve geçmektedir konusunu paylaşacağız.
Coğrafya kaderdir diye bir kısa ama derin tanımlama vardır. Bunun bir benzerini 20. yüzyıl İngiliz asıllı tarihçi Arnold Toynbee, “Tarih Bilinci” adlı kitabında söylerken, kilit devletlerin önemli örneği olarak Türkiye’ye vurgu yaparak “köprü devletler bunun gereğini yaparak yaşayabilirler” diye belirtir.
Avrasya dediğimiz kıta, dünya tarihinin oluştuğu bir coğrafya olup hemen hemen bütün kavimler, tarihsel süreçte doğudan batıya veya batıdan doğuya iki ana arteri kullanmışlardır. Bu arterlerden Karadeniz kuzeyinden geçen, Hazar’dan başlayıp Ukrayna, Volga nehri steplerinden Polonya Macaristan’a uzanır, diğeri ise Karadeniz güneyinden Kafkaslar, Anadolu, Trakya üzerinden Balkanlar ve Avusturya’ya varır.
Güney hattı, iklimin yumuşaklığının verdiği avantajla toplumlara günlük yaşamı kolaylaştıracak ortamlar sağlarken, medeniyet kurabilme olanağı bakımından, gerek tarım ve hayvan gerek orman ve maden varlıkları olarak hem çeşitli hem de varsıl ortam sunmuş ve bu sürmektedir.
Bu nedenle, kuzey Karadeniz arteri, geniş otlaklar ve az engebeli coğrafyası nedeniyle Nomadik, göçebe yaşam biçimine hem ev sahipliği yaparken, hem de kavim göçlerinin genellikle bu hat üzerinden oluşması ile yerleşik düzene geçişte güney artere göre yüzyıllar süren bir gecikme yaşanıp, bilim ve sanat üretkenliğinde naif kalmıştır. Örneğin M.Ö. 3. binden M.Ö. 7/8. yüzyllara kadar bu arterde kentleşme izini arkeolojik kayıtlarda bulmanız zordur..
Buna karşılık Güney arteri sanki bir tarih gezi rehberi niteliğinde yapılaşmalarla doludur ve bunun getirdiği bilgi birikimi tarihin ışık kaynağı olmuştur.
Yukarıda kısaca belirttiğim güney arterin, artan zenginliği sonucu, bir cazibe merkezi olması “kurt bakışlı adamların” hemen hemen her yüzyılda buralara akması ile sonuçlanmıştır. Bu kavimlerin başarılı veya başarısız olmasına göre coğrafyanın yeni sahipleri yeni tarihleri yazdırmaya başlamıştır.
Yunus’un dediği gibi, “Hani bunun ilk sahibi!”
Aziz okuyucu,
Biz yani Türk genel tanımı ile belirteceğim kavim olarak, gerek Trakya gerek Anadolu’ya tarihsel süreçte zaman zaman iz bırakmışız, ağırlıklı olarak ise 900’lü yıllarda gelmeye başlamış, kâh kısa süreli yaşamış kâh geri çekilip en son 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra bu topraklarda kesin yerleşme olanağı sağlamış olduk…
Bugün Türkiye olarak tanımladığımız Trakya ve Anadolu, toplamda 783.000 km2 bir alandır.
Bu alanın konukseverlik yaptığı tarihsel süreçte önemli medeniyetler kurulmuş; Luviler, Hititler, Urartular, Mitanniler, Hurriler, Ermeniler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Pontus, Yunan kent devletleri bu alanda farklı tarih sürelerinde ve bölgelerde yaşamışlardır. Ama Trakya ve Anadolu’nun tamamına hakim olamamış, var oldukları zaman dilimlerinde önemli ve çeşitli eserler bırakarak sanki bir bayrak devri yaparak çekilmişlerdir.
İlk toplayıcı güçlü öğe Roma İmparatorluğu olmuş, her ne kadar Anadolu dışından yönetilse de toprakların bütünlüğünü Pax Romana (Roma Barışı) ile sağlamıştır. Roma İmparatorluğu, yerini benzer yönetim sistemi fakat din, inanç farklılığı olan yani Jüpiter dinini terk edip Hristiyanlık (sonra Ortodoks ağırlıklı) kültü ile sürecek Doğu Roma yani Bizans İmparatorluğu’na bırakmıştır. M.Ö. 375’te oluşan bu toprakların devleti Bizans, 1050/1072 yıllarına kadar toprak bütünlüğünü korumuştur.
Anadolu ve Trakya toprakları 2500 yıldır ve de halen yaşayan mirası da bugün bizle paylaşmaktadır. Bu topraklar önce Pagan din ve kent kültürü (İyonya, Karya, Likya, Pamfilya, Frigya gibi) ve de devamında Hristiyan kültür ve yaşam biçimleri ile var olmuşlar. Özellikle bölgemiz hem Hristiyanlığın doğduğu örneğin Aziz Pavlus’un Tarsusu, Aziz Piyer’in Antakyası gibi hem de İncil yazarı Yuhanna’nın 7 kilisesi (Alaşehir, Bergama, Akhisar, İzmir Smyrna, Efes, Sardes, Laodikya Denizli, St Jean Selçuk ve Meryem Ana) ayrıca İznik Ayasofya, İstanbul Ayasofya ve Kariye gibi kutsal mekânları bulundurmaktadır.
Bizans’ın Batı Anadolu ve Trakya’daki üstünlüğü sürerken, Türk boyları Selçuklu prenslerinden Kutalmışoğlu Süleyman şahın yönetiminde Doğu Anadolu’ya 1050’den itibaren girerek önce Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurar ki, 1308’de sona erer. Tarihin bayrağı, başlangıcı 1299 olarak kabul edilen Osmanlı Beyliği’ne geçer. Kurulan Beylik, Bursa’nın alınması ile Osmanlı Devleti’ne dönüşür ama Trakya ve Anadolu bütünleşmesi ancak 1514’te Safevilerle yapılan Çaldıran Savaşı sonucu oluşur. Fatih öncesinden başlayarak yerleştiğimiz bu bölge Türk ve İslam medeniyetine göre yapılandırılmaya başlanır.
Bölge bütünlüğü Osmanlı Devleti yönetiminde 1918’e kadar sürer ama yenilgi sonrası parçalanma olur ve 1919/22 arasındaki savaşlarla yeniden Trakya ve Anadolu bütünlüğü sağlanır. Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti hem yeni hem de binlerce yılın mirasını barındırarak dünya tarihindeki yerini alır.
Yukarda sözünü ettiğim Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları da aynı mirasın hem sahipleri hem koruyucuları olurken bu mirası kendi dönemlerinde oluşturdukları hukukî, ekonomik, sosyal, siyasal, sanatsal ve dinsel yapılanmaları ile zenginleştirdiler..
Üç yönetim de birbirine yakın süreçlerde büyüdüler, yaşadılar ve tarihten çekildiler.
Aziz okuyucu,
Buraya kadar tarihin genel hatlarına ve akışına sadık kalarak yazdıklarım, sizlere dünyanın en önemli emanetinin nasıl mirasçısı olduğumuzu ve yazımın girişinde niçin bu toprakların iyi korunması konusunda ipucu vermek içindir.
Genel bir sosyolojik ve politik vaka olarak, her mirasın yöneticileri olur ama miraslar özünde emek kaynaklı emanetlerdir. Bu nedenle hep beklentisi olan, anılarını canlı tutan, mirasçının zafiyetini bekleyen “kurt bakışlılar” var olacaktır.
Bunun ağır bedelinin örneğini; 6 yüzyıl yaşayıp 6 ayda terk ettiğimiz Balkanlar’da ve nerede ise 5 yüzyıl yaşayıp esarete düşen İstanbul’da görebiliriz. 6 ekim 1922, mirasın tekrar geri alınma tarihidir.
Ülkelerin sınırları bazı değişikliklere karşın özellikle 2. Dünya Savaşı sonucu alınan uluslararası kararlarla büyük ölçüde pekişmiştir.
Bu kadar önemli bir köprü konumunu ifade eden topraklarda, belirli sürelerde yaşamayı sağlayan ana yaklaşım ve uygulamalar şaşırtıcı bir biçimde benzer rolleri belirli nüanslarla da olsa gösteriyor. Gelin bunları dillendirelim:
Yönetime talip olanların verdiği adalet ışığı devraldıkları mirasa güven sağladı, bu güven iç ve dış barışa yol açtı. Bu yoldan ekonominin oluşumları, ürün çeşitleri, iş sahaları günlük yaşama renk verdi. Bu renk parasal güce dönüşünce üretme, pazar, mimarî ve mühendislik yapıtları, sanat faaliyetleri, eğitim ve bilimsel gelişmeler bu mirasın sayfalarını çoğaltmaya, çeşitlendirmeye başladı. Dinsel hoşgörü, beşerî ilişkilerin değerinin ve niteliğinin artmasında temel bir parametre oldu. Bu hoşgörü ortamları bilim, felsefe, sanat kollarında baş yapıtlar oluşturarak, toplumlara zihinsel, sosyolojik sonuçlara ulaşma olanağı sağladı. Özellikle yöneticilerin erdem, adalet duygusu, güvenirliği, liyakatı, haksızlığa karşı durması, insan sevgisi toplumun dolaysıyla devletin bekasında temel rol oynadı.
Yukardaki paragrafta belirttiğim genel hatlar bu topraklarda yaşayan devletlerin irili ufaklı olmasına karşın yükselmesine, tarihte tutunmasına neden oldu ama bu olumlu tablo giderek bencil, egosu yüksek, liyakatsiz yöneticiler, adalet ve erdem duygu ve düşünceleri kaybolmuş toplumla beraber yavaş yavaş zayıfladı ve tarihe yalnızca adını bırakarak bağımsızlığını yitirdi ve yeni amirlerin tebaası oldu.
Yaşadığımız son yüzyıl, bir dehanın oluşturduğu Türkiye Cumhuriyeti ile tekrar doğdu. Atatürk’ümüz Gençliğe Hitabe’sinde vurguladığı ve öngördüğü yaşamsal bilgilerle aslında geçmişteki yok olma nedenlerine de açıklık getiriyor ve bize çok önemli bir niteliksel düzey zorunluluğu göstererek rekabete hazır olmamız için “Hedefimiz muasır medeniyetler seviyesidir!” diyor.
Aziz okuyucu,
Bu toprakların insanıyız. Sizlere, buranın konumunun ağır koşullarının hafife alınamayacak kadar başkaları için cazip olduğunu anımsatarak, bu emanetin adil, erdemli ve liyakat sahibi, hak duygusu yüksek yöneticilere verilmesinin zorunluluğunu anlatmak istedim.
Saygılarımla…
Cenap Murtezaoğlu – İşletmeci
Sevgili Dost,
Yaşadığımız toprakların tarihi bu kadar güzel anlatılır… Okudukça muhteşeme, oradan da ihtişama varış böyle olur…
Tebrikler… Kalemine sağlık…
Bahtiyar Çetinbaş